Önce bir düzeltme yapmak gerekiyor belki de. Burada “büyük siyaset” derken kastedilen ve anlatılmaya çalışılan olgu aslında “gündelik siyaset”. “Büyük siyaset" tarihsel materyalist ilerleyişle hızlı ya da büyük bir adım atmaya yönelik ilerici ve devrim amacına yönelik siyasetin kavramlaştırılması anlamında önemli.
Öte yandan postmodern siyasetin veya ideolojisinin bu tarihsel ilerleyiş pratiğini “büyük anlatılar”dan biri olarak nitelemesi var ki artık bütün tarihsel boyutu ve kavramsallığıyla itibarını yitirmiş bu kavramın “büyük siyaset” ile yakın ilişkisi vardır. Oysa bu özetlediğim biçimiyle bir uygarlık mücadelesi olan “büyük siyaset” de bu itibar yitirmiş içeriğiyle “büyük anlatılar” kavramının kurbanı olabilir. “Büyük devrimci siyaset” içeriğiyle bu kavramın içeriğini farklı doldurabilir. Bunun için benim önerim “gündelik siyaset”tir. Bu kavram kapitalist devlette, egemen sınıfların egemenlik ve iktidar mücadelesini -halktan elbette kopuk, halkın yalnızca seyircilik göreviyle ödüllendirildiği- verdikleri meydanın adı diye de okunabilir. Eğer bu ödülü kabul etmezseniz tek seçeneğiniz o meydanın zemininden kaderinizi belirleyecek parmağa bakmaktır.
Şimdi sol bu rezillik içinde, bu rezilliğe dahil olarak “büyük siyaset”in gerektirdiği siyasal ve kültürel birikimi yapabilir mi sorusunu sormanın daha anlamlı olduğunu görüyoruz. Bugün sol örgütlerin “gündelik siyaset”in bütün pisliklerini halka anlatarak bundan bir “uygarlık” üretmeleri olanaksıza yakındır. Bu siyaseti büyük amacı için araçsallaştırmaya çalışırken “gündelik siyasetin” bir parçası olması mümkündür. Bu çok temel bir gerilim noktasıdır. Kapitalist uygarlıkta “komünist siyaset” yapmanın bütün çelişki ve sonuçları ile trajedisini de oluşturur.
Gündelik siyaseti komünist bir devrimin amacı için araçsallaştırmanın önüne geçebilmek kapitalist uygarlığın neredeyse içselleştirdiği popüler kültür mekanizmasından tutun da yayınlara baskı ve sansüre, çarpıtmalara, tüketim çılgınlığına hiçbiri olmazsa doğrudan faşizme kadar birçok mekanizması vardır.
Solun en başından beri yani Aydınlama ve ilerleme düşüncesiyle matbaanın icadının buluştuğu andan beri bu yaman mücadelesi sürer. Sovyetler ve dünyanın devrimler çağı içinde sol bu mücadeleden yayın organları yaratarak başarıyla çıkabilmiştir ama bugünkü gibi geri çekilme “küçülme” dönemlerinde de bu yayınların “kapitalist bir toplumda ideal bir dünyanın temsilcileri olarak” görülmeleri söz konusudur sadece. Bu açıdan solun tarihi aynı zamanda bir “yayın” tarihi, kâğıt ve matbaanın da tarihidir. Bugün de “gündelik siyaseti” araçsallaştırmak için internetten, sosyal paylaşım sitelerine kadar çok daha yaygın yayın olanakları vardır ama fiş yine “gündelik siyaset”in elindedir. Kapitalist devletlerin en küçük sıkışmalarında internet yasaklarını devre sokma tehditlerini savurması, Snowden'ın itirafları, WikiLeaks belgelerinin ortaya döktükleri de ortada.
Kapitalist uygarlıkta komünist siyaset “büyük ve güzel bir ideal için tarikat” gibi nasıl görülmeden siyaset yapacaktır. Halkın büyük bir çoğunluğu sağ için ahlaksızlığa onay veren gizli bir uzlaşma içindeyken sola “iktidar” için kesinlikle güvenmez. Bu sadece “gündelik siyasetin” başarısı olarak açıklanamaz. Peki sol toplumdaki bu “tarikat”, solcu bir çileci “derviş”, olmayacak duaya amin diyen insan anlayışını nasıl kırabilir? Kapitalizmde komünist siyaset bir uygarlık talebi ve amacıyla gündelik siyasetin arasındaki zeminde yapılmaya çalışılır. Bu zeminin “büyük”lüğünü ise egemen siyaset belirler. İşte bu zeminden bakıp kaderimiz hakkında hüküm verecek parmağa bakmak istemiyorsak İnsan BU'nun anketindeki ikinci seçeneğe ağırlık verilmesi gerektiği ortaya çıkar.
Solun örgütlenme tarihinde bunun örnekleri de vardır. TKP tütün işçileri arasında örgütlenmesi ve o işçilerin faşist devletin bütün işkence ve kırımlarına direnerek komünizmi halk içinde anlatma, örgütlenme yürütmesi bir mücadele kültürünün oluşmasına yol açmıştır. Hepsi birer çınar gibidir. Şoför İdrisler, Zehra Kosova'lar, Sansaryan Hanı'nda kırbaçlanarak öldürülen tütün işçisi Emine Erdinç'ler...
2001 yılında Şoför İdris'in yaşam öyküsünü anlatan Her Şeye Rağmen kitabı üzerine soL dergisinde yazdığım yazıdan şu satırlar: “Nasıl yaratacaksınız proleter kültürü, diye soruyordu Lenin. Yanıtlıyordu: 'İnsanlığın yarattığı bütün kültürel birikimle kendinizi ve bilincinizi zenginleştirmedikçe ne bir komünist olabilmeniz mümkün ne de böyle bir kültürü yaratmanız.' Biliyordu ki komünizm her şeyde önce bir uygarlık tasarımıdır. Bu tasarımı tarihsel anlamda ve uzamda doğru dürüst yerli yerine oturtabilmek için insanlığın üretim ilişkileriyle ortaya çıkarmaya başladığı kültürel birikimleri de çok iyi anlamak ve soyutlayabilmek gerekiyor. Şimdi on dördü yüzyılın ortalarında feodal üretim ilişkilerinin içine doğmuş bir serfi düşünün. O yüzyılda birisi ona gelse deseydi ki 'Ey serf! Bak şimdi yeni bir sınıf ortaya çıkacak, bu sınıf senin ayağındaki çarığı tamir edecek, sonra o çarığı tamir ederken kullandığı çekicin ve çivinin sahibi olacak, sonra o çekiç ve çividen birkaç tane alacak para biriktirecek, sonra sonra o çarıkları tamir etmek için kendi çalışmayacak senin gibi birini çalıştırmaya başlayacak ve senin çarıklarını senin gibi birine tamir ettirecek' diye devam edip 'İşte bu sınıfa mensup olanlara burjuva (Patron diye yazardım bugün.) diyecekler, o sınıfın ortaya çıkardığı (bu) üretim ilişkisine de kapitalizm' diye bitirecek olsaydı o serf ne düşünürdü bir kurgulayın bakalım? Feodal üretim ilişkileri içine doğmuş, onun ürettiği kültür birikimiyle sınırlı serfin zihni bu uygarlık aşamasını nasıl anlayacaktı? Anlayamayacaktı. Sanata, felsefeye 'sanat sepet' işi olarak bakan bir siyasal yapı kaldı mı bugün (Ne kadar iyimsermişim o zaman. Var hem de hepsi hepsi... diye yazardım bugün.) bilmiyorum ama bakanların vebali olarak ne kadar büyük bedeller ödediğimiz de ortada...”
Sonuç
İnsani uygarlık ilerleyişinde tarihsel bir zorunluluk olarak gördüğümüz komünizmi, bugün kapitalist uygarlığın zihniyle biçimlenmiş insan için “düş” olmaktan çıkaracak şey “gündelik siyaset” ve onun durmadan bütün tarihi boyunca ortaya saçıp durduğu pislikleri, bıkmadan usanmadan anlatmak mı sadece solun görevi? Bütün bu pisliklerden rahatsız olup ayağa kalkması gerek artık dediğimiz ezilenlere bunları anlatıp durmak yeterli mi? Kapitalizmin sonu geldi, dediğimiz bir krizin içinde kapitalist dünya... Yunanistan, Portekiz, ABD, İngiltere, İspanya... Ezilen milyonlar, borçları yüzünden intihar edenler. Yunanistan'da “devrim” oluyor artık denen bir noktaya geldik ama olmadı. O bir adım niye atılamadı ezilenlerce? İnsan her şeyden önce türünü sürdürmekle görevli; doğasını kültürüyle var etmeye, değiştirmeye çalışan bir mücadelenin içindeyken o “düş” için o adımı nasıl atacak? Solun sorusu budur.
Nihat Ateş