Poe’nun Kuzgunu’ndan, Taylan Kara’nın insanca özlemine

Poe’nun Kuzgunu’ndan, Taylan Kara’nın insanca özlemine

 

“…Şairin sevdası, göğüs mezarından üzerine parıldayan ay ve yıldıza bürünüyor.”

Micheal J. Cummings, Poe Üzerine

 

 

            (Huzursuzluğunu dağıtmaya gittiği ve en son sevgili kaçamağını beş yıl önce yaptığı, kimsesiz kasabaya yol aldı. Elindeki koca boşlukta, kasabanın en nadide kadınıyla birlikte oldu ve bir “kara kaplı” defterin ona ulaşmasıyla yerle bir oldu.)

 

            Beklenenden öte bir şeydir, gelişi. Dönüşsüz zamanda, ufuksuz yaşamda, karanlığın içine öfkesi ve acılı tırnaklarıyla kendi koyuluğunu sürten bir davetsizdir. Öyle içlidir ki, daveti kabul eden, içindeki karanlıkla soğuk; odanın yüzüne sürülerek bulaşmıştır her yanına.

 

            Göklerdeki aydınlıktan mahrum bırakılmış bu adam, acılarıyla eşsizdir aslında. Boğucu, toplumsal karanlık altında kalmış korkuluk gibiyse de defetmez, uğrayan bu zûlmü. Kuşkusuz kimliği belirli bir varlık değildir. Belki de kimlik bağışlanamayacak bir varlıktır. Lâkin kimlik ya da varlık ötesinde ayırıcı niteliği olan boğucu karanlık, odaya dolan solgunluğun ipucuyla anlaşılabilir. Uykuyla uyanıklık arasında seyreder bu korkuyu! Fısıltılar, kıpırtılar devleşip bedeninde yankılanan soğukluğu depreştirir.

 

            Yupik ve İryupik Eskimo şamanizminin, Hayda ve Tlingit Kızılderililerin inancında, insan yaratan o zeki ‘kuzgun’dur, misafir! Kutsallığıyla dolar odanın içine… Ölüme yaklaştırır; ölümü dillendirir, büyük kara örtüsüyle. Hiçlerle örülü zamanlardan çıkıp gelmiştir sanki! Kapkara gövdesiyle, “hiçbir zaman”ı taşıyan geçmişten bugüne…

 

Kara koyulukta, anılarıyla cebelleşir, cevapsız sorulara boğulur. Kuzgun, salt gerçekliği taşır beynine, sorguları zerreciklere dönüşür. Ki adamın, hâli kalmaz. Kuzgun, kim bilir adamdan içre dolup taşan bir yorgunluğun simgesidir. “Aptal” dedim, dön hayata: Tanrın sana doğrudur, kimbilir!” dizesi, Poe’nun Kuzgun’unda, kendine dönük karanlığa doğrudur.

 

Adamın içindeki buhran ne çok sancı çektirir ki, adam, yalvarır/haykırır: “Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennete mi…” Lâkin şiirin sonunda, kendisi de kabullenir kederin derinleştirdiği varoluşunu! “Hiçbir zaman” dinmeyecek: yalnızlıkla ölgünlüğü, düşünsel varlıkla diriliği.

 

Charles Baudelaire’in ifadeleriyle: “Tuhaf bir biçime bürünmüş bir gerçek, apaçık bir paradoks, kalabalığın dürtüklemesinden hoşlanmayan ve batıda “havai fişekler”[1] patladığında, Uzakdoğu’ya kaçan” Edgar Allan Poe’nun, “Kuzgun” şiiriyle yola çıkan, Taylan Kara, “Poe’nun Kuzgunu” başlıklı kitabıyla: kurgusuyla, farklı bakış açılarını ve yaşamları barındırmaktadır. Roman, Poe’nun intihar süreci, toplumsal çöküşün sonul göstergesi ya da edebi bir metnin sizi taşıyacağı görkemli bir “hiç” sonu olarak okunabilir.

 

Poe’nun Kuzgun başlıklı şiirinde, “dizelerdeki ‘kuş’ imgesi, yalnızlığı ve kederi artıran bir unsur. Siyah renkli ve gizemli kuzgun, hep süren yası simgeliyor. Poe’nun gamlı hâlinin sözcüklerdeki izdüşümü.”[2] Dolayısıyla, Taylan Kara’nın romandaki kahramanı da aynı izdüşümün sonucudur. Kimi kuzgundur, kimi insandır, kimi de insancadır.

 

Taylan Kara’nın kurguladığı yalnızlıkta, bir erkek, bir kadın, bir kasaba söz konusu. Hepsi yalnız, hepsi yok ve belki de hepsi aynılaşmış tarihi insan sıradanlığı. Mekân, tüm zamanların yokluğu ve karmaşık ilişkileri dışında bir kasaba. Ve öyle ki, “…zamanın akışkan olmadığı, mekânın yakaladığı içeriği kuvvetle korumaya çalışıp donmaya çabaladığı, kasvetten yapılmış bir gökyüzünün altında durmaya yazgılı bir kasabaydı. İnsan bu kasabada, kökü insanlığın biyolojik evriminin dışına kadar uzanan bir yalıtılmışlık duygusu hissediyordu; insanın düşünsel tarihinin en eski duygusunun fosiliydi bu…” (s.11) Gerçeklikten, bu denli uzak ve karmaşadan bu denli soyut bir duygu yoğunluğuyla, anıları bu soyutluk çevresinde damıta damıta duyumsamaktaydı.

 

Ortada sadece ve sadece yalın, çıplak insan olma hâli vardı. Ancak bu insan oluşun gereği, bellek kaydı, yaşantı birikintileri peşini bırakmıyor ve üstüne üstüne binip onu ağırlaştırıyordu. “Anı damlacıkları bir dipnot haline gelene kadar hafızanın dehlizlerinden unutkanlığın denizine göç ederek, yeni anılara hammadde oluyordu. Zaman, gerçek hayatta elde tutulamamış yaşam parçalarının sanal kayıtlarını da yavaşça yok ediyordu.” (s. 17) Sonlu, sonsuz her şey yanıp kül olmuştu. Kimse zamanın içinde değildi sanki! Farklı boyutlarda, farklı yaşam parçalarında, debdebelerle nefes almaktaydı. Kaldı ki, “Herkesin herkesle her şey hakkında konuşup hiç kimsenin hiç kimseyle kalıcı bir bağ kurmadığı yerde konuşulanların da hiçbir etkileyiciliği yoktu; öznenin sahte olduğu yerde fiiller cümleleri sahici kılmaya yetemezdi.” (s. 50) Bu zamansızlıkta, insanın sahiciliği yokken ondan doğan her türlü sonucun sahiciliği de olmayacaktır. Dolayısıyla bu, sahte oldukça asıl hâle dönüşen bir insanlığın durumudur. “Sahteliğin en değişmez özelliği aslından kat kat daha fazla tam olma hali ve beceriksizce bir kusursuzluk çabasıdır. Çünkü hiçbir asıl sahtesinden daha eksiksiz değildir.” (s. 58) Tam olma ve beceriksiz kusursuzluk: toplumsal sahteliğin tanısı olarak en geçerli yaklaşımdır denebilir. Sahte bir toplum bileşimi, elindeki değerlerin yitişini de kendi kendine yapıyor demektir.

 

“Her bileşimin çırpındıkça bozunan bir anı vardır; birkaç an önce elinde olanları tutabilmek için yaptıkların, elindekileri daha çabuk kaybetmeni sağlar. Duruş kayıp, hareket daha çok kayıptır. Evrende her neredeyse; onun var olduğu yerden salgılandığı hüznü algılayabiliyordu.” (s. 63) Anılar, bellekte yer değiştirdikçe hüznün çoğaldığı bir kasabada, adam her şeyden uzakta, yok hükmüne doğru, bilmediği bir yolda ilerlemektedir. Öyle ki bu gidişin sonunda çapraşık bir ölüm olayı, hazırlanan bir olay örgüsüyle adım adım hiçliğe evrilişi okuruz. “Hayatı boyunca hissettiklerinin toplamı, o gecekine ulaşamıyor. Tıpkı şimdiki gibi, önüne gelen her şeyi delip geçen bir yağmur ve mekânla uyum içinde olmayan bir beden… O zaman iki bedendiler; bol orman, sessizlik ve insansızlık onlara yalnızlık hissettirmiyor, evren ile aralarına oturmuş okyanusun dalgaları hiçbirini rahatsız etmiyordu. Ölmeden önce hak etmediğine inandığı şeyler hissediyor, bunları içinde derinleştirmeye çalışıyordu. Beyninde kusar gibi beliren bu düşünceler, aslında beyninden değil kalbinde sak(p)lı kalan o yaradan geliyordu. Oradan çıkan anı fırtınasını hayatının en küçük birimine kadar duyuyor; o fırtına gölünde, varlığına ağır gelen hırçın bir okyanus yaratıyordu.” (s. 61) Yaşadığı aşk, anlık tat ya da sonlu arzular, anılarından patlayarak tüm bedenini sarıyordu. Kapalı kaldığı otel odasından, kasabanın kendini kuşatarak, onu bilinmeze doğru sarkıtmasına istemsiz olarak izin veriyordu.

 

Bilinmezlik içinde, kasabanın hâkim tepesinde, kendini bulmuştu. “Birkaç saat sonra ömrünün erişebileceği en yüksek noktadan aşağılara, çakıl taşlarıyla dolu vadilere, kilometrelerce kareye yayılmış çöllere, ayaklara batmaya hevesli dikenlere, karaya, dünyaya, hayata dönecekti. Bir zirvedeyken insanı korkutan tek şey, küçücük ve korkutucu derecede uzaktaki görüntüsüyle geldiği yerdir. Dünya, ayağının altından kayarak boşluğa doğru düşen taşlarla senin arada bir fark gözetmeyecek, eğer düşersen ikinizi de kendine aynı hızda çekecektir.” (s. 65) Zirvede olma hâli, onu rahatlatmıyor. Aksine, acının gergefinde ilmek ilmek dokunan bir varlığa dönüştürüyordu. “Gökyüzündeki ay, hilalden çok bulutların karnını yaran bir hançere benziyordu; ışığı bulutlarla bilenmiş iki ucu keskin mi keskindi. Aydan çok, bir cinayet sonrası eşkâlsiz bir elin ucunda canlı ete batmanın tadını almış ve kanı daha kurumadan gökyüzüne fırlatılmış bir suç aletine benziyordu; tarihin değişik çağlarında birbirinden habersiz milyonlarca katile, kurbana ve cinayete tanıklık eden antik bir suç aleti…” (s. 92)

 

Suç, cinayet, arzuların acılı süreçleri, toplumsal varoluşun kıyımını da anlatıyordu. Ne büyük bir suç yumağı vardı ki dünyada; varlığı, gökyüzünün, denizlerin ve dağların tanıklığında daha bir korkutucu hâl alıyordu. Tarihe hapsolmuş, tarih öncesine itilmiş insanı anlatıyordu, tüm yeryüzü. Masumiyetini yitirmemiş ilk insana kadar. Bu, Taylan Kara’nın, insanlıkta aradığı saflığın özlemini dile getirişini de içermektedir, bana kalırsa. Şöyle der: “Bir özlemi, arkasında 5000 yıllık yazılı tarihi olan insan türünün bir bireyi, ne kadar özgünlükte anlatabilir? Her seferinde aynı sıkıcı şeyler anlatılacaksa edebiyat başladığı gün bitmeliydi. Ve geride bıraktıkları, evrenden sakındıkları…” (s. 15) Yazılı tarih ve öncesi, insan türünün geride bıraktıkları ve bıraktıklarından devraldıkları…

 

Masumiyetin özlemi, evreni baştan kurmayla anlamlı olabilir. Olanaksıza doğru yol almaya başlamak gerek… Geç de olsa…

 

Kaan Turhan

 

*Taylan Kara, Poe’nun Kuzgunu, Hayal Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2008, 126 sayfa.

 



[1] Charles Baudelaire, Edgar Allan Poe Üzerine, Allan Poe’nun Bütün Hikâyeleri, İthaki Yayınları, s.22

[2] Ali Bulunmaz, Gamlı Poe’nun “Kuzgun”u, Sabitfikir, 23.06.2011

Facebook
yorumlar ... ( 4 )
01-02-2015
01-02-2015 11:12 (1)
Sabah sabah aklıma Poe gelmişti, editör (Kara ??) benden çok yaşayacak. Gerçekten hem lirik metin çevirisi, hem şiirin bu gün geldiği durum, hem de isimli isimsiz sataşmaların ne kadar çağırılabileceği ile ilgili ders niteliğinde bir yazı. Ben almayayım, Lacan'a bayağı ayıp etmişiz demekle yetineceğim sadece. Bir de -haliyle, kitap eleştirisi (?) olduğundan- bol alıntı bulunmasından ötürü, metnin neresi alıntı, neresi değil anlaşılamıyor, italik ve düz yazı seçimine dikkat edilse. Son üç cümle de italik olduğundan T. Kara'ya mı ait örneğin? Shevek
01-02-2015 13:26 (2)
Sanırım, tamamı italik olmuş. Yazı karakteriyle ilgili olabilir. Teknik bir sorun. Ancak yazının tümünü okuduğunuzda, neyin alıntı neyin alıntı olmadığı belli oluyor.
01-02-2015 16:04 (3)
her ne kadar amerikan edebiyatının kurucu isimlerinden biri sayılırsa da 11 yaşına kadar ingiltere'de (ve kısmen iskoçya'da) büyümüştür. zaten annesi ingilizdir. çağrışım serbestliği sözkonusu olduğunda bazı yazarlarınızın ondan ilham aldığını düşünmemek ahmaklık olsa gerek (bilhassa ingilizce eğitim almış olanların). tüberkülozdan öldüğü speküle edilmişse de, ölmeden önce son 5 gün ağır bir alkol komasında olduğu aşikardır. 40 yaşını doldurmadan gitmiştir. kendinden evvel ölen karısıyla evlendiğinde kız 13 yaşındadır (kız galiba halasının kızıydı. ve kendisi de 26 yaşındaydı). sanırım 11-12 yıl evli kalmıştır. onun ölümü içme krizlerini daha da derinleştirmiştir. ayık yazdığı söylense de kronik entoksikasyondan muzdarip olmadığı iddia edilemez. böyle bir adamdır. duvar gibi alkoliktir! onunla kıyaslandığında lacan'a ancak bok yemek düşer. çünkü "semboloji" kullanır. saçmalamaz! arzettim. Mehmet Haşim
01-02-2015 21:29 (4)
Eleştirmenin olumlu izlenimlerle yazdığı bir kitap eleştiri yazısından beklenen kitap hakkında merak ve alıp okuma isteği uyandırmasıdır. Ancak gerek biçim gerek yöntem gerek içerik olarak bu yazının okuyucuya dokunması çok muhtemel görünmüyor. Okşan
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210722
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.