Bir film, bir kitap, bin kapı...

Asıl işlerinden, işlevlerinden biri de budur; yeni kapılar açmak. O kapıdan pencereye uzanmak, dışarı çıkmak, ufku da genişletmek ve yeniden açmak. Bir daha çıkmak, kendinden de çıkmak, hep yola ve yollara koyulmak. Önce bir patikada belki, patikayı daha da genişleterek yürümek başlarda. Ardından patikayla birlikte genişlemek, yeni yollara çıkmak, nehirlere, denizlere, okyanuslara kavuşmak. Topraktan suya, sudan toprağa ve hep insana doğru akmak ve akıtmak. Havaya karışmak sonra. Kapı açılınca, kapı açıldıktan sonra genişler böyle dünya.

 

Sanat eseri bunu sağlayabiliyorsa, başlar sizinle konuşmaya. Hemen o gün, o anda gevezedir bir hayli. Sonrasında, ilk gece rüyada sürdürür konuşmasını. Ertesi günlerde, defterlerin, bilgisayarların, masaların, sohbetlerin,  uykuların başında çan çan çan ya da fiskos fiskos devam eder; bazen yüzgöz olur, rakı, şarap  falan da içer. Günler, haftalar, aylar sonra, aklınızdaki bir başka hatıra ya da anekdotta, o notu bir dostla paylaşmanızda, bir yazıda ya da konuşmada, hop, beliriverir yine. Genelde kahve eşliğinde. Aradan yıllar geçtikten sonra, bambaşka bir buluşmada, yepyeni bir çağrışımda  bir bakmışsınız yine karşınızda.  Yanında başkalarını, başka eserleri de sürüklemiştir mutlaka. Has bir sanat yapıtıysa karşınızdaki, ilk açılan kapıyla birlikte gelişen düşünce, hayal ve imgeler, oluşmaya devam eder hep böyle, yıllar ve yollar boyunca.

 

Siyasal/toplumsal tarihimiz içerisinden gelen anıların, (oto)biyografilerin, güncelerin ve mektupların ortasında, yaşanmışlıklardan, sahici öykülerden dersler çıkarmaya çalışırken bugünlerde; böyle sürekli yeni kapılar açıp “oluşmakta olan” kurmaca eserlere, filmlere, oyunlara, şiirlere, resimlere, roman ve öykülere de uğruyoruz arada.  Konuşuyoruz, görüşüyoruz, tartışıyoruz, bazen koklaşıp sevişiyor, bazen kavga edip ayrışıyor, buluşmalarımızı geleceğe de taşıyoruz.

 

Son Konser (“A Late Quartet”) diye bir film idi son dönemde gördüklerimizden/ görüştüklerimizden birisi. Öyle bol ödüllülerden, yere göğe sığdırılamayanlardan ya da gişe rekorlarına koşan büyük prodüksiyonlardan biri değil. Kendi halinde, içten bir öykü anlatan, sanatın doğası ve insanın egosu üzerine yeni kapılar açan, çağrışımlar yaratan mütevazı bir tanesi. İstanbul’un ve aklımızın orta yeri festival iken denk geldi. Tabii insan seçici olup denk getirmeyi de bilmeli.

 

“Anlatılan yine bizim hikayemiz”, anlatılan, bir yaylı çalgılar dörtlüsünün hikayesiydi. Virtüözlerden, virtüözlerin ego savaşlarından oluşan ama kendi iç dengeleri ve bu dengelerin bozulmasıyla birlikte grubu öne çıkarmak durumunda kalan bir dörtlünün hikayesi. Grubun en yaşlı üyesi çellistin (Christopher Walken) parkinson hastalığına yakalanması ve gruptan ayrılma süreciyle başlayan, “son konser”e uzanan çalkalanmanın hikayesi. Beethoven'ın dört yaylı için yazdığı 14. eseri, tüm yapıtları arasında 131.’si için çalışan “Fugue” adlı ünlü bir kuartetin ve kuartet üyelerinin birbirleriyle ve başkalarıyla tüm ilişkilerinin "dağılıp tekrar toparlanması"nın hikayesi. “Sen müthiş olabilirsin ama önemli olan gruptur arkadaşım” ya da “Grup her şeydir, birey ise işlevini yerine getirmelidir” türünden belirlemelerin bitmek bilmez gelgitleri.

 

Yer yer derinlere de uzanıyor epey ama bir Proust değil tabii ki; bazı belirlemeler ve ilişkiler, nasıl diyorsunuz, klişe... Kapıları ve soruları durmaksızın açabiliyor yine de.

 

Sıralayalım şimdi: Sanatsal açlık, bireysel yaratıcılık, ego ve çatışmaları... “ikinci keman olmak”, “birinci keman olmak”, “gerçek bir grup/kuartet” olmak, grup için fedakarlıklarda bulunmak ve sonuçları... Beethoven ve Schubert’le birlikte klasik müzik dünyasının incelikleri... ölüm, cinsellik, aşk ve arzu, yaşlanma, yalnızlaşma vb. kadim konular üzerine ilerleyen  sağlam sorgulamalar var burada. Grubun her bir üyesi farklı gerilimler içerisinde ilerlerken, tek tek karakterlere dalıp çıkmak da var. Mesela, “sevdiği, beraber olduğu ve arzu duyduğu” üç ayrı erkekle yan yana yaşayan ve çalan bir kadının gerilimli ilişkileri var bir yanda. Uyumlu bir grup olmanın getirdiği eşitlikçi yapıya rağmen, grubun doğası (iki keman, bir viola ve bir çello) gereği ikinci keman olmanın güçlüklerini yaşayan bir erkek, o kadının kocası var diğer yanda. Ve kızları ve birinci keman ve aşkları... Ve hastalığı ilerledikçe dünyaya kapanan, herkesin hocası ve dostu çellistin acısı. Bu bedeni, bu grubu, bu acıyı nasıl açmalı? “Yasak aşkları” nasıl yaşamalı?

 

Sıralamaya devam edelim mi: Egoyu ispatlama çabası ve sanatsal performans ile… aşk ve kıskançlık ile… tutkularının ve arzularının peşinden gitmek ile... ve tabii ki gerçeklere çarpıp gidememek ile... merak ve coşku ile… sürüklenen ilişkiler, orta yaş cinselliğine dair bilmeceler, evlilikleri sürdürmenin zorlukları, arzularını kovalamanın kaçınılmazlığı ve imkansızlığı, “önemli olan grubu yaşatmak” türünden soru ve sorgulamalarla dolu, iç açıcı, duygusal, entelektüel, düşündürücü ve bir yandan da eğlendirici bir yapıt var ortada.

 

Eh, bütün kapılar açılacak tabii bu durumda.

 

Başka sorular da yanında: Schubert hayatının son 5 gününde neden sürekli Beethoven’ın op. 131’ini dinledi acaba?  Peki ya Beethoven’ın bu “ölümcül”eserini icra etme çabası ile ölümünü bekleyen, ölümüne doğru yürüyen bir müzisyenin “tamuyarlığı”na ne demeli? Neden hiç ara vermeden çalınması gerekiyor bu eserin yahu; illa yaylıların akorları bozulsun ve sanatta mükemmellik/ kusursuzluk arayışı son mu bulsun? Yoksa daha mı çok zorlasın ego kendisini? Nereye kadar be abi? Ne olacak üslup ile kusur ilişkisi? Bir intikam mı yoksa sanatçının bu yaptığı, onların hayat hikayelerine de bakmalı; babası ayyaş arkadaşlarıyla gecenin bir yarısı eve gelip “hadi bize bir şeyler çal” diye oğlu Ludwig’i zorlamadı mı? O halde öylesine yorumlayıp gitmektense, bu bestelerdeki sahiciliği, acıyı ve yaşanmışlıkları da süzüp anlamak doğru olmaz mı? Beethoven’ı anladık diyelim, Rembrandt’ın otoprotrelerinde, gözlerdeki o canlılık, yüzlerce yıl geriden gelen o ışık nasıl korunuyor peki?

 

“Tamam dostum, bu grupta her bir rol çok anlamlı ve önemli, sen de harika işler yapıyorsun, muhteşemsin ama O’nun yeri başka.” Birinci kemanın işlevi, yeri gerçekten başka. İkinci kemanın yeri ve işlevi ise daha başka. Aralarında bir hiyerarşi yok gibi ama sanki var da. Ah şu ayrıntılar ve nüanslar, her bir enstrümanın yeri ve işlevi. Biri başlatıyor, harekete geçiriyor, yönlendiriyor; diğeri geçişlere zemin sağlıyor, nefes alıp vermeyi kontrol ediyor, akışı denetliyor. Biri hızı ve motoru, öbürü freni ve kontrolü sağlıyor ve viola ve çello da var yanlarında. Neden gruplar bu denli uyumlu olabilir, gerektiğinde bir bütün oluşturabilirken, insanlar olamıyor, oluşamıyor, oluşturamıyor? Neden böylesine bütünleşmişken, her şey aniden darmadağın olabiliyor?

 

Tam da işlevsellik ve konumsallık üzerine düşünüyorduk bugünlerde. Siyasetten, yönetim erkinden ve bürokrasiden hareketle, yapmak ve olmak üzerine. Bir kuartetten de çıkıp gelebiliyormuş demek ki soru(n)lar önünüze.

 

Bir yapı, bir grup, bir oluşum varsa ortada, yönetme, çekip çevirme işi, işlevi ve sorumluluğu da kendiliğinden doğar neredeyse.  Mesele, bu işin/yöneticiliğin konumsallık ve ona bağlı bir korumacılık mı getirdiği, yoksa işlevsel mi kaldığı, işi/işlevi mi öne çıkardığı ve ona bağlı bir gelişim mi sağladığı değil mi?

 

Çoğu durumda işler, işlevler ve yapma süreci gerilerken, konumlar, koltuklar ve olma süreci öne çıkar. Bir bakmışsınız hiçbir işlev görmüyorken dahi konum yerli yerinde. 

 

Konumsallık, işlevin dışına çıkar ve onu küçülterek ya da yok ederek yeni bir evreye sıçrarsa, o yapıdan gelen her tür müdahale de, işlevin anlamıyla değil, konumun gücüyle gerçekleşmeye başlar. Konumuyla hareket eden, konumunu kullanan, karşısındakini hep ezmeye başlar. Konumunu kaptırmamak esas haline gelir ve işlev hep boşa çıkar. Sanatın ve insanın doğası üzerine çağrışımlarla düşünürken, bir kuartetin yapısı nereden nereye sürükledi bizi, öyle değil mi? Eser güçlüyse, açtığı kapılardan bambaşka dünyalara çıkar işte böyle...

 

***

 

Düşüncelerin, düşlerin ve algıların kapılarını açan bir diğer buluşma, bir şiir kitabıyla gerçekleşti. (Bilhassa şiirde, son dönemde sık olan bir durum değil ne yazık ki!) Yazarının deyişiyle, oluş halinde bir kitap ve hayat bu da.

 

Çelişki ve karşıtlıkların, sürekli oluş halindeki şiiri. Çukurların ve zirvelerin ters dönüp birbiririnin yerine geçebildiği... Diyalektik yüklü bir şiir. Anlamların sürekli akarak, zıtlarıyla çarpışarak, devinerek, dönüşerek ilerlediği... Uluer Aydoğdu’dan “Yeryüzü Yeniği”.

 

Devam edelim mi: Doğada gezen bir şiir bu. Doğadan geçen. Şiir abisi Nihat Behram’ınki gibi...

 

Arıların bal, karıncaların yuva yaptığı yerlerden geçen, zerdalilerin çiçek açtığı dallardan ilerleyen bir şiir. Salyangozların çatı katlarına kurulmuş, kertenkelelere sevdalı, eğrelti otlarına meraklı...

 

Bilimden yana çok meraklı bir şiir bu. Atomları, elektronları, kuarkları kurcalayan. Kozmosun sesini, doğanın diyalektiğini arayan. Evvela sosyalist olup maddeyi anlayan...

 

Referansları, İkinci Yeni’nin üzerine habire bir şeyler konan “masa”sından, Adorno’nun yanlış bir hayatı doğru yaşayamama sorusuna, doğru kuşları yanlış uçurarak uzanan...

 

Ah kimsenin vakti yok durup incelikleri anlamaya, görmeye, duymaya ya; inadına hep inceliklerden geçen bir şiir bu. Yeryüzü yeniği şaraptan içen, çaresizlerin, yetim ve yoksulların üzüm kardeşliğine değen...

 

İstanbul’da insanlar ve çevreler, sürekli bir çekişme, itişme ve kokuşma halindeyken, İzmir ve Ankara’da daha sakin, dingin ve derinden oluşmakta ya eserler; İzmir’in şiiri bu, sessiz ve derinden gelen. Babamızın sıktığı seken bir kurşun olduğumuzu bize düşündüren; farklı ve ters bakışlar, algı, düşünüş ve oluşlar geliştiren...

 

Daha da çok uzatmayalım sözü, şiire ve müziğe geçelim artık en iyisi. Birini dinlerken diğerini de okuyabilirsiniz tabii. Ve tam tersi...

 

Kapılar açılıyor şimdi. Siz de geçip içeri girmeyi, sonra gitmeyi, her şeyi görmeyi, her şeyle yürümeyi, hep ilerlemeyi bilin yeter ki. Başka ne diyebilirim ki...

 

***

 

Filmi nasıl izlersiniz bilmem ama Beethoven’ın opus 131, 14 nolu yaylı çalgılar kuarteti için “tıklayacağımız” bir adresimiz olsun:  http://www.youtube.com/watch?v=96G4ZnyHnLo  

 

Şiir için ise sadece bir girişimiz olsun, sadece bir çıkışımız. Böyle müthiş şiirler yazılıyor mu  hâlâ diye bir şaşkınlığımız:

 

“Bir bilinç gezisi: Çıkış için” (*)

 

Kendini evden çıkardı
ne el sallayan oldu ne su döken
katlayıp itinayla evi
sokaktan çıkardı
sokağı omuzlayıp mahalleden
uyuyordu mahalleli
mahalleyi bir güzel bohçalayıp şehirden çıkardı
kimsenin ruhu duymadı
şehri alıp
sanki çıkarılması yasak bir şeymiş gibi
ülkeden çıkardı gizlice
ülke bir iki tıngırdadı
bir iki sağa sola oynadı
ülkeyi dünyadan çıkardı bir güzel
ağzının kenarına bir ıslık yerleştirdi gelişigüzel
dünyayı, hop, kâinattan çıkardı
durdu bir süre
çıkar çıkar bitmiyordu
içine kendisinden koymuştu namussuz
kâinatı alıp kendinden çıkardı
kayboldu öylece
ah etmeden vah demeden
ve ben ardından bakıp
gülümsedim.

 

(*) "Jacques Prevert'in Sabah Kahvaltısı'nda bulunmasaydım bu şiiri yazamazdım" demiş Uluer Aydoğdu. Kapı açıldı, hadi kahvaltıya şimdi... Ali Mert

 

Facebook
henüz yorum yapılmamış
26-04-2013
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211017
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.