Kalkışma zamanlarında insanlığa sevgimiz, saygımız depreşiyor; topluma, en azından bir kesimine övgüler düzmek geliyor içimizden.. de… Gerçek ne? Gerçeğin çok farklı çehrelerinden biri, giderek daha az okuyor olmamız. Tvit toplumu haline geldik. Face-book bile ağır gelmeye başladı birçoğumuza. Ne olacak peki edebiyatın hali?
Diyebilirsiniz ki, bu çok hızlı iletişim çağında, insanlar, gençler onca işler yapıyorlarsa, bu kadar seri haberleşip meydanlarda toplanabiliyorlarsa, birbirinden komik espriler patlatacak zekayı gösteriyorlarsa, varsınlar daha az okusunlar. Okuyanlar ne yaptı ki zaten!
İşte o iş öyle değil hanımlar, efendiler! Edebiyattan, bilimden, kitaptan uzaklaşan toplumlar, başka deyişle tüm insanlık giderek akıldan da uzaklaşıyor. Kabalaşıyor. İnce düşünceyi, derin düşünceyi yitiriyor. Giderek dünyayı ve öteki insanı daha az tanır duruma düşüyor.
Neyse, keseyim tatavayı, size bir yazarın iki kitabını tanıtayım.
İstanbul Falcısı yazar Ali Dilber’in romanı. Güzel bir roman, iyi bir roman. İyi romanlara kolay rastlanmıyor. Bu cümle de bir klişeye dönüştü, fakat ne yazık ki gerçeği yansıtan bir klişe. O klişeyi kullanıp bir sürü tapon roman da gayet güzel pazarlanıyor. Ne yapalım, herkesin fikri, zevki farklı; ticari olan, bizim kavramlarımızı da kolay satın alıyor.
70’li yılların ortaları. İstanbul’un bir kenar ilçesinin kenar semti. Yoksul bir mahalle. Kambur bir küçük çocuğun gözünden kendi ailesi, semtteki ilişkiler, olaylar. Çevredekilerin büyük çoğunluğu Anadolu’dan bir yerden göç etmiş, aynı tarikata bağlı yoksul insanlar. Zenginleri de var tabii. Tarikatın başındaki büyük patron mesela. Onun da bağlı olduğu daha büyük dini liderler… Bağnaz bir dindarlık. Necmettin Erbakan’ı bile Yahudilerin adamı görecek kadar kör bir inanç dünyası. Bu ortamda o tarikata bağlı bir ailenin sıradan yaşamı.
Ülkücü-kızıl çatışmaları, çatışma siyasetinin semte girişi… Tüm bunlar ergenliğe henüz adımını atmamış bir çocuğun tatlı diliyle anlatılıyor. Anlatıcıyı saymazsak, baş kahraman onun ablası Sevdiye’dir. Sevdiye olacakları önceden bilmekte, haber vermektedir. Basit gibi görünen, ama gayet güzel kurgulanmış derinlikli bir hikaye okuyucuyu sıkmadan akıyor, yaratılan atmosfer insanın ruhunu sarıyor. Dozunda tutulmuş ince bir mizah, bu dramı, bu trajediyi.. her neyse.. insanı karabasana sürüklemeden gülümseyerek okutuyor.
Bir din nasıl bu derece batıl yorumlanabilir; bir tarikat toplumun yaşamında, insanların hayatında nasıl bu derece söz sahibi hale gelebilir? Roman böylesi yaşam gerçeklerini söylev çekmeden doğal akışı içinde anlatıyor. Dinci militanlar nasıl yetiştirilir, onların gerçek kimlikleri, gerçek dünyaları nedir, bir roman bu hakikati ancak böyle nesnel resmedebilir.
Yazar Ali Dilber’in (Uzunisa) bir yazar dostu, onun iki kitabı için şöyle bir not geçmiş kendisine:
“Her iki kitabınızdaki kahramanların duyarlılıklarına, aile hayatlarının ihtimamına, kardeşler arasında gelip gitmelere, hatta Sevdiye'nin babasına bile, elbet en çok Zişan'ın babasına, Sevdiye'nin Ahmet Amcasına, daha birçok kahramana sinen o çok özel, şefkatli, ihtimamlı, içten, çekingen, sade gülümsemeyi buldum…
Yarattığınız güçlü atmosferlerde, kokuları duyar gibi oldum, dokuları çok rahat hissettim, yansıttığınız hakiki ruhlar ete kemiğe büründüler hemen…
Ama İstanbul Falcı'sında nasıl desem her şey bir yana, edebiyatın gücü bir yana, adeta o yetmişli yıllara ait bir toplum tutanağı, kelime antropolojisi, arkeolojisi var...”
Tüm bu değerlendirmelere katılıyorum. Aynı kişi “bu müthiş kitap nasıl bu kadar az duyulur? Şaşkınlık içindeyim...” demiş. Ben şaşkınlık içinde değilim, çünkü kötü romanların iyi romanları kovduğunu en az yirmi beş yıldır bilmekteyim.
Yazarın sonraki kitabı Selanik Alev Alev’i de, ilgiyle ve beğenerek okudum. Ancak bir roman olarak pek iyi değil. Bir anı-belgesel-biyografi gibi okunursa gayet doyurucu ve iyi. Yazar belki de konunun biyografik-belgesel yanına kendini kaptırmış, o yüzden roman tekniği açısından titiz davranmamış. Keza dil açısından da. İstanbul Falcısı’ndaki (ufak tefek hataları saymazsak) mükemmel dilden sonra Selanik kitabının dili biraz aceleye getirilmiş izlenimi veriyor.
Yine de Selanik Alev Alev’de de gerçeklik, bir belgeselci titizliğinde ve tüm ayrıntılarıyla, baş kahramanın ruhsallığının iyi yansıtılmış havasıyla doyurucu anlatılıyor. Eski Selanik’i, Selanik Yangını’nı, oradan göç edenleri, göç edenlerin İzmir’deki hallerini, İzmir’in işgal öncesi günlerini, İttihatçıları, Hasan Tahsin’i vb. merak edenler için anlamlı bir çalışma.
Her iki kitabı da Ozan Yayıncılık basmış. İlki 2011, ikincisi Ocak 2013 tarihli.
İyi eserlerin toplumda gördüğü ilgi bir göstergedir dostlar. İyi eserlere ilgi göstermeyen toplumlar düşüncede de, pratikte de, siyasette de ileri değil demektir; ilgi artarsa, işte o zaman bir umut var demektir.
Kaan Arslanoğlu