1. Marks’ın işbölümü ile ilgili görüşlerinin eleştirisi
Maddenin evrimi diye okunabilecek bir süreç içerisinde, cansız maddeden canlı maddenin oluşumu, tek hücreden çok hücreye geçiş, derken düşünen maddenin yani insanın oluşumunda ve toplumsal evrimde farklılaşma hep itici güç olmuştur. Çünkü farklılaşma farklı çevresel koşullara daha iyi bir uyumu, daha gelişkin bir canlılığı ve örgütlülüğü doğurmaktadır. Marks toplumsal tarihi incelerken farklılaşmanın ifadesi olan işbölümü ile ilgili kimi önemli saptamalar yapsa da nihai çözümlemesinde yanlış bir sonuca ulaşmıştır. Marks’ın yanılgısı işbölümünü ve özel mülkiyeti aynı şeyin farklı ifadeleri olarak okunmasından kaynaklanmaktadır.
Marks “işbölümü sayesinde, faaliyet ile maddi faaliyetin, keyif çatma ile çalışmanın, üretim ile tüketimin farklı farklı bireylerin payına düşme olasılığı, hatta olgusu ortaya çıkar ve bunların birbirleriyle çelişkiye düşmemelerinin tek yolu, bizzat işbölümünün kendisinin tekrar kaldırılmasıdır.” derken eşitsizliğin maddi koşullarından söz ediyor, ancak eşitsizliği ortadan kaldırmanın tek yolu olarak işbölümünü ortadan kaldırma önererek kolaycılığa kaçıyor.
Marks ayrıca “Gerçekten de, iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan onun dışına çıkamadığı, yalnızca kendine ait belirli bir faaliyet alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici eleştirmendir, ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır. Oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır”! Marks insanın kendini özgürce geliştirmesi ile farklılaştırması arasındaki diyalektik bağı görememektedir. Geliştirdikçe farklılaşır ve farklılaştırdıkça gelişir. Farklılaşma farklı fonksiyon kazanma bu fonksiyonun gerçekleşme anı dışında gerçekleşemez. Bu fonksiyonun gerçekleşme anı işbölümünün yaşanmasıdır.
Evrim süreci aynı zamanda yeni bilgi kazanma sürecidir. Bu bilgi hücresel düzeyde de toplumsal düzeyde de birikir ve aktarılır. Farklılaşma dediğimiz şey de aslında kazanılan yeni bilgiden kaynaklanan ve onun doğurduğu yeni bir işlevi işaret eder. Bu yeni bilgi olmasaydı işbölümü olmayacaktı.
Özel çıkar ile ortak çıkar arasındaki karşıtlıktan söz ederken de Marks yanılıyor. Ortada bir organizma varsa bağımlılıktan, kölelikten söz edilemeyeceği gibi bağımsızlıktan da söz edilemez. Bireyin varlığı -burada sözü edilen birey bir soyutlamadır- toplumun varlığı dışında mümkün değildir. Birey sahip olduğu her şeyi ama her şeyi toplum sayesinde elde etmiştir. Bireysel düşüncesi dediği anda kullandığı her kavram, dil, düşünce biçimi, tüm bilgisi toplum ürünüdür. Canlı böyle bir şeydir ve her türün bireyi, o tür geliştiği, yarına kaldığı sürece gelişkinlik kazanabilir.
2. Marksizm’in Devlete Bakışının Eleştirisi
Marks’ın özel mülkiyet karşıtlığı, işbölümü karşıtlığını ve bununla birlikte devletin de ortadan kalkması gerektiği düşüncesini doğurmuştur. Devlet, klasik antropolojik yaklaşımlara göre insan toplumları yaklaşık 10 bin yıl içinde, siyasi kurumlar da dahil olmak üzere daha uzmanlaşmış rol ve kurumlara doğru ilerlemiştir. Süreç basitçe takım, kabile, şeflik ve devlet biçiminde gelişmiştir. Bu hiyerarşik sıraya bakıldığında
a. kesim ve alt kesimlerin arttığı
b. işlevsel olarak daha fazla uzmanlaşma olduğu
c. düzenleme ve bütünleşme araçlarının ortaya çıktığı
d. nüfus ve toplumsal siyasal sistemin ölçeği büyüdüğü görülür.
En üst aşama olan devlette tüm bu dört madde en üst düzeydedir. Ayrıca tüm devletlerde sınır tespiti ve yurttaşlık kategorilerinin kurulması ve nüfus sayımını içerin bir nüfus denetimi, hukuk, vergi ve zor gücü ve sistemin meşruiyetini tesis eden bir ahlaki temel bulunur. Bunun karşılığı ideolojidir ve ideoloji olmaksızın iktidarı sürdürmek olanaksızdır.
Marks ve Engels devletin ilk işlevlerinin gruplaşan toplulukların ortak çıkarlarının korunması olduğu ve bu topluluklarda özel toprak mülkiyetinin olmadığını söylemektedir. Sınıflı toplumdan önce var olan ve toplulukların ortak çıkarlarına kendilerini yabancılara karşı korumalarına hizmet eden devlet, sınıflı toplumla birlikte egemen sınıfın yönetilen sınıfa karşı yaşam ve egemenlik koşullarını, zorla sürdürme amacına da hizmet eder. Lenin ise farklı olarak devletin sınıflı toplumla birlikte doğduğunu söyler. Bununla birlikte kapitalist devletin kapitalistlerin iktidar aracı olduğu, yani burjuva diktatörlüğü olduğu konusunda benzer düşünürler.
Benzerlikleri ve farklılıkları doğuran en önemli unsur pratik sorunlar olmuştur. Örneğin Paris Komünü üzerine tartışırken anın somut görülen ihtiyacı yine devlet aygıtı olmuştur. Bu ihtiyaç Marks’ı yerine hiçbir şey koymadan burjuva devlet mekanizmasının parçalanamayacağını söylemeye itmiştir. Lenin ise, Sovyet devriminin ihtiyaçları üzerinden “biz ütopyacı değiliz. Bütün idare makinasından , bütün devlet kademelerinden bir anda vazgeçmeyi ‘hayal’ etmiyoruz; proletarya diktatörlüğünün anlaşılmamasına dayanan bu anarşist hayaller, Marksizm’e tamamen yabancıdır” diyordu. Lenin devletin yavaş yavaş yok olacağı önermesine karşı çıkmaz. Ancak kapitalizmden komünizme geçiş döneminde baskının zorunlu olduğunu dolayısıyla özel aygıtın yani devletin zorunlu olduğunu söyler. Yine aynı biçimde Engels’in düşüncelerine katılarak devlet var oldukça özgürlük yoktur ve özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır dedikten sonra bunun ekonomik temelinin kafa ve kol emeği arasındaki bütün karşıtlığın kaybolacağı kadar yüksek bir gelişme derecesine erişmiş olmayı şart koyar. Ve devamla “bu gelişmenin hızı ne olacak, işbölümünün son bulmasına, kafa ve kol emeği arasındaki karşıtlığın ortadan kalkmasına, çalışmanın ‘ilk hayati ihtiyaç’ haline dönüşmesine ne zaman uluşacak. İşte bunu bilmiyoruz; ayrıca bilemeyiz de.” der.
Yani Marks’ın teorik yaklaşımını reddetmez ancak onun pratik adımları engellemesine de izin vermez.
Yani Marksizm’in devlet karşıtlığı aslında lafta kalır ve pratik her adımda devlet ihtiyacına değinilir. Yine de devletin ortadan kalkacağı tezi devlete bakışı olumsuz etkilemeye devam etmektedir.
Kendiliğinden iyi ya da kötü olarak değerlendirilemeyecek olan bu organizma sömürü ve karşıt sınıfların varlığını içeriyor ise organizmanın savunma sistemleri bu niteliğin de sürmesine hizmet edecektir. Bizim devrim dediğimiz şey aslında organizmanın niteliğini değiştirmektir. Organizmanın niteliğinin değişmesi savunma araçlarının mesela verginin ortadan kalkması gerekmiyor. Verginin niteliği, niceliği ve kullanım biçimi değişebilir. Öte yandan silahlı güç de olacaktır. Uzmanlaşan kişiler daha az maliyetle aynı savunma fonksiyonunu yerine getirebilir. Uzmanlaşma ayrıca o işle ilgili harcanacak zamanın azalmasına ve kişinin kendine daha fazla zaman ayırmasına olanak sağlar. Burada uzmanlaşanların ayrıcalık elde etmesi organizmanın yapısıyla engellenebilir.
3. Marksizm’den Farklı Bir Devrim Anlayışı mı?
Toplumsal evrim, farklılaşmanın ve işbölümünün arttığı ve aynı zamanda da daha kolektivist bir dünyanın oluşumuna hizmet etmektedir. Ancak bu süreç, olağan dönemlerde, yani üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişimine hizmet ettiği sürece, devrimci bir biçimde ilerlemeyecektir. Bu durum insanların her zaman bir sistem içerisinde yaşamaları güdüsüyle de yakından ilgilidir. İnsanlar bir sistem/yapı dışında var olamayacaklarını hissederler. Bu his egemenlerin önerdiği yapı olmaz ise başka bir yapının kurulamayacağı yönünde bir bilgiyle birleşince egemenlerin yanında yer alıyorlar. En kötü yapı yapısızlıktan iyidir, yani en kötü devlet devletsizlikten iyidir! Olağan dönemlerde insanlar devrimci isteklerde bulunmazlar. İçinde yaşadıkları sistemden memnuniyetsizlikleri olabilir. Bu durumda muhalefet edebilirler ama o sistem artık kendileri için varoluşlarının garantisi olma özelliğini yitirene kadar devrim karşısında muhafazakâr tutum takınacaklardır. İyi ya da kötü var oldukları bir sistemin yıkılması, onlar için de ölüm anlamı taşır ve varoluşsal bir kaygı doğurur.. Toplumlar ancak varoluşsal tehdit hissettikleri zaman devrimci sıçramalar için ayağa kalkarlar. Yani ayaklarını bastıkları devletin kesinlikle yıkılıyor olduğunu hissettikleri zaman bir başka ve güvenli yapıya, yeni devlete yönelirler. Lenin'in “Üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde engel olması durumu” yani sistemin canlılığını yitirmesi ve sonuçta yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi durumu olarak tarif ettiği devrimci durum budur. Böyle zamanlar dışında devrim yoktur. Bu önerme siyasi mücadeleyi devrimciler için anlamsız kılmaz mı derseniz cevap ilginç bir biçimde “bazen evet” olacaktır. Evet bazen, mevcut yapının canlılığını sürdürdüğü dönemlerde devrimci durumun söylem ve eylemleri yani “devrimci mücadele” anlamsız ve saçma olur. Bu tür söylemler daralmayı ve kitle bağlarının azalması sonucunu doğurur.
Türkiye'de bir kaç yıl önceki 'Cumhuriyet Mitingleri'ne katılan kitlenin davranışlarına bakalım. Kitle 'tehlike'nin farkında olarak harekete geçtiler. Gelmekte olduğunu düşündükleri sistemde kendilerini mevcut kimlikleriyle var olamayacağını hissettiler ve harekete geçtiler. Kaybettiler. Ancak henüz süreç tamamlanmış değildir ve devlet çözülmeye devam etmektedir. Bu süreçte yol çatallanmaya başlar. Birinci yol çözüleni yeniden tahkim etmektir. Son Haziran İsyanı bir yandan Cumhuriyet mitingleri ile benzer nitelik taşırken öte yandan bir tahkim arzusunu ortaya koyuyordu. Haziran isyanında, tehdit algısının harekete geçirdiği bir kitle ve sürecin dışında kalmamak için buna eklemlenen pek çok küçük odak vardı. Tehdit algısının en çok kimler tarafından hissedildiğini anlamak için, ön saflarda daha gözü pek olarak kimlerin yer aldığına, kimlerin oturduğu mahallelerde katılımın kitlesel boyutlarda olduğuna ve kimlerin öldüğüne bakmak gerekir. Özellikle Suriye olayları ve Reyhanlı patlaması ile artan kaygıyla Aleviler diğer laik unsurlarla beraber harekete geçmişler, söylemleri Cumhuriyet’i tahkim etmenin ötesine geçememiş, örgütsüzlük ve öndersizlik sonucu isyan yenilmiştir. Çünkü devrim insanlara ihtiyaç duydukları şeyin kuruluşu için mücadele ettiklerini gösterebilenlerin etrafında ortaya çıkar.
4. Toplumsal evrim/devletin evrimi ve Süper-devlet ve BOP
Ulus-devletin ortadan kalkması meselesine Bin Ladin operasyonu üzerinden bakalım. Operasyon ve sonrasındaki tutumlar, bu operasyonu yapanın, billurlaşmış bir devleti işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu devlet, bir başka devletin özerkliğini ve evrensel hukuku çiğneyebilen, hiç bir şekilde bireyin özerkliğini geliştirdiği, ona olanak sağladığı iddia edilemeyecek, son derece merkezi bir güçtür. Bu merkezi güç dünyanın herhangi bir yerinde her çaptan işlem yapabileceğine inanmış ve bunu meşru görmektedir. Daha önemlisi dünyadaki insanların pek çoğu da bunu meşru görmektedir. Dolayısıyla çok daha güçlü bir zor aygıtına, çok daha yaygın bir ahlaki kabule sahiptir, yani çok daha devlet, süper-devlettir. Bunun anlamı bu devlette kesim ve alt kesimlerin daha da artması, işlevsel olarak daha fazla uzmanlaşma olması, düzenleme ve bütünleşme araçlarının gelişmesi, nüfus ve toplumsal siyasal sistemin ölçeğinin büyümesidir.
Süper-devlet oluşumunun ipuçları olarak ABD’nin oluşumu, AB’nin oluşumu, Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemden de söz edilebilir. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılmış olabilir. Kapitalist sistem dışı olan ve sistemin zorlaması ile yıkılan bu yapıların kimi parçaları AB tarafından kapsanmaktadır. Yaşananlar evrim sürecinin dümdüz bir çizgiyi izlemediğini, ortaya çıkan gelişkin bir yapının sonsuza kadar devam etmeyebildiğini göstermektedir. Ayrıca tüm yapılar aynı yolu izlemeyebilir ve de tüm ilkel formlar ortadan kalkmayabilir. Bu gidişin sonunda, kısa dönemde olmasa da dünyadaki tüm insanları kapsayan tek bir insanlık sisteminin kurulma olasılığından pek ala söz edilebilir.
Canlı organizmalar olarak toplumlar ve devletler de enerji kaynağına ihtiyaç duyarlar. Süper-devlete giden evrimsel süreçte iki ayrı enerji vardır. Bunlardan biri süper-devleti oluşturacak yapı taşları arasındaki sosyoekonomik ilişkilerin ve sınır geçirgenliğinin artması ile oluşan enerji, diğeri ise, öteki süper-devlet prototiplerinin çevreye uyguladığı basınç sonucu oluşan enerji. Her süper-devlet prototipi, kendi büyürken ve güçlenirken çevresini daha fazla kontrol ve baskı altına alma, diğerlerinin oluşmaması için sınır geçirgenliğinin arttığı bölgelerde bir araya gelmeyi önleme ihtiyacı duymaktadır. Büyük organizmalar kaynakları kullanacak başka rakip istemeyeceklerdir. Rakiplerin ortaya çıkmaması aynı zamanda rakipleri oluşturacak parçaların enerji kaynağı olarak kullanımına da olanak sağlayacaktır. Böylelikle bir yapı oluşmadan yapı taşı olarak var olacak bu parçalar süper-devletin uyduları olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.
Bugünkü kapitalist organizmaların varoluşlarını sürdürebilmeleri gelişimlerini sürdürmek zorundadırlar. Bunun için özelleştirme sürecinde yaptıkları saldırıları bir üst boyuta taşımak zorundadırlar. Artık tek tek fabrikalar değil doğrudan toprak, denizler, nehirler, sular olmak üzere tüm ülke hedef alınmaktadır.
Bu süreçte ortaya çıkan yapılar içerisinde ABD bir prototiptir. Henüz AB böyle bir aşamaya gelememiştir. Süreç zorluklar içermektedir. AB’nin evrimini tamamlama şansı kısa vadede çok da fazla değildir. Ayrıca Çin’in, ve daha uzun erimde Rusya’nın potansiyelinden söz edilebilir. Güney Amerika’da Brezilya’nın, kıtanın diğer ülkeleri ile birlikte evrilmesi ihtimali de unutulmamalıdır. Afrika’da bu potansiyelin olabileceği Güney Afrika Cumhuriyeti için bile henüz bir belirti yoktur. Bu saydıklarımız dışında bir bölge daha vardır ki çok daha karmaşık ilişkiler söz konusudur. Bu bölge Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı, Balkanları ve Kafkasya’yı içine alan bir yönüyle eski Osmanlı İmparatorluğu toprakları ve komşuluklarıdır ki BOP bu potansiyele müdahalenin adıdır.
Sınırlar arası geçirgenliğin ve pazar ilişkilerinin artması, kültürel ve tarihsel yakınlıklar, bölge halklarının ağırlıklı olarak emperyalizme karşı tutumu ve emekçi halkın varlığı, bölgeyi birleştirici yönde bir enerji doğurmaktadır. ABD kontrolünü kaybetmemek için, bir yandan ayrıştırıcı mezhepsel ve etnik farklılıkları öbür yandan liberal ekonomiyi kutsayan Ilımlı İslam kavramını öne çıkarmakta, bölgede kendi güdümünde Sünni bir eksen kurarak diğer devletleri de kontrol altına alacağı bir yapı arzulamaktadır. Bu İslam’ın halife adayı olan Fethullah Gülen ise Erzurum Komünizmle Mücadele Derneğinden Pensilvanya'ya uzanan bir hayata sahiptir.
Sermaye düzeni kendi dinamiği içerisinde devinir ve merkezdeki devletler güçlenirken, çevre devletleri çözen bir rol oynuyorlar. Başat merkez devlet olan ABD, bölgedeki çekim merkezi olabilecek herhangi bir oluşuma karşı mevcut ulus-devletleri zayıflatmaktır. Bunu hem ekonomik, hem ideolojik hem de askeri açıdan gerçekleştirmektedir. Ekonomik olarak özelleştirmeler, sosyal olarak etnik ve mezhepsel farklılıkların körüklenmesi, ideolojik alanda ulus-devletin günah keçisi ilan edilmesi ve yönetimlerin diktatörlükle suçlanması, askeri olarak orduların güçlerinin azaltılması bu zayıflatılmanın gösterenleridir.
Büyük bir devletin var olabilmesi, yapıyı bir arada tutmaya yetecek düzeyde bir iç enerjiye sahip olmasına bağlıdır. Ortadoğu bölgesinde kapitalist üretim ilişkilerinin böyle bir enerji üretme potansiyeli sınırlıdır. Küresel sermayenin bölgedeki etkisi birleştirici değil parçalayıcı yöndedir. Ancak bu durum ABD açısından korkulacak bir sonuç doğurmaz. Bölgede karşıtlıkların artması ve parçalanmalar büyüklere bağımlılığı kolaylaştıracaktır. Yani ABD’nin politikası “Ya benim çizdiğim çerçevede bir birlik oluşur ya da paramparça olarak sürekli çatışma yaşarsınız” biçiminde özetlenebilir.
Turabi Yerli