Bir şey ne kadar kötücülse o kadar çok seviliyor, he mi?
Bizim gibiler katmerli mahalle baskısı altında. Sol mahallelerde oturuyoruz ister istemez. İletişimde bulunduğumuz insanların büyük çoğunluğu solcu doğallıkla. Gericiliğin mahalleye baskısı bir yana, biz bir de soldaki kalabalıkların baskısı altındayız. Şaka değil, bunaltan bir sorun.
Bu çoğunlukların baskı alanları farklı farklı. Birçok alandan yalnızca dördünü, en yapışkan olanları öne çıkaralım ilkin: 1- HDP’yi desteklemek lazımcılar, 2- “Aziz Yıldırım’ı sevmiyorum ama” ile başlayıp her kirli başarıda zil çalıp oynayan Fenerliler, 3- Yalapşap ve de yalabık, tümüyle piyasa değerlerini içselleştirmiş aydınlar topluluğunun üyeleri ve hayranları, 4- Sadece mesleğimiz itibarıyla değil, hemen herkes içinde yuvarlandığından ticari tıp anlayışını benimseyenler ve içimizde bunu temsil edip örgütleyen Türk Tabipler Birliği’ne meftun ve mecbur olanlar…
PKK-HDP çizgisinin sola ve sosyalist bilince zarar verdiği otuz yılda 127.792 kez görülse - gösterilse de, sosyalizm adına, sol adına, bir şeyler adına ağır başlı birileri kafalarını ağır ağır sallayarak “HDP’ye arka çıkmak bugün için solu kurtaracak, ülkeye özgürlük getirecek tavırdır” mealli laflar etmekten bıkmazlar. Hani, “kim şeyetsin sosyalist bilinci, biz yalnızca ve yalnızca kişisel tatminden yanayız, hani tuttuğumuz takımın kazanması gibi bir tatmin, hani göz koyduğumuz kadının bize göz kırpması gibi umut, bundan başka bir şey de değil deseler” bu HDP desteğinin hakikaten sola bir faydası bile dokunabilir. Sosyalistliğin, solculuğun yakasını bir bıraksalar… Hayır, bir yandan ulu büyük komünist laflar edecekler, öte yandan lokantada mönüden yemek seçer gibi, internette seyahat edecekleri ülkeyi saptar gibi, rahat ve huzurlu “Ben HDP’ye oy vereceğim. En solda o. Barajı da aşması lazım, aşamazsa felaket” diye iç geçirecekler… Binlerce cinayet ve kan üstüne oturan bir hattı birkaç “zekice” nöron kıvılcımıyla aklayacaklar.
Hani bir diktatörlüğe karşı tek veya en önemli karşı seçenek olsa gidip oy atarız; ama kim biliyor, kim garanti ediyor muhalif olduklarını? Bu AKP ile HDP anlaşmışlar mı, kavgalılar mı? Aynı gün içinde iki partinin bu derece kanlı bıçaklı birbirine saldırdığı ve aynı dakikalarda görüşmeler iyi gidiyor dediği başka bir ülke var mı?
Uzaylılar bu ülke halkının sinirleri üstünde deney yapıyor. Semavi bir sosyolojik araştırma kumpası içindeyiz sanki. Bilinç yozlaştırmanın bir alt sınırı var mı?
Deneyin önemli ayaklarından biri futbol sahaları. Hakemler ne gibi tuhaflıklar yapsa taraftar tozutmaz? Doz giderek artırılıyor, denekler patlayana kadar. Kural denen şeyler ne kadar ihlal edilebilir? Hakemler bir takım üstünde her şeyi denedi. İkinci bir topu eline alıp uzun süre koşarak tam kaleciyle karşı karşıya geldiği sırada rakibin önündeki topa atarsan ne olur? Gol pozisyonundaki hücum oyuncusunu sahaya giren bir taraftar çelmeleyip düşürürse ne karar verilir? Rakip oyunculara danışmak suretiyle bir gol nasıl verildikten sonra iptal edilir? Maç esnasında sahaya giren rakip takımın yöneticisiyle ne kadar sohbet edilir? Hakem ne şekilde gol atar? Espri değil, bunların hepsi yaşandı. En sonunda da bir oyuncunun beş dakika süreyle oyunu durdurması, sahadan çıkıp sonra büyük kargaşa içinde tekrar dönmesi 6 adet hakem tarafından görülmedi! Az sonra başka bir oyuncunun birkaç dakika süreyle RTÜK cezası gerektirecek ölçüde ağır küfürleri 6 hakem tarafından, federasyon tarafından görülmedi!
Her garip olaydan sonra tüm kamuoyunun bunun bir kural ihlali olup olmadığını ciddi ciddi tartışması tam bir ahlaki moronlaşma. Belgeli, ispatlı şikelerle nemalanan, hiç değilse sefalanan yığınların hakikat anlayışı…
Problem biraz da dilimizden mi kaynaklı? Kural ihlali var mı yok mu diye tartışıyor ya herkes, “ihlal” sözcüğünün iki farklı manası var. “Halel” kökünden gelen sakatlamak, bozmak, düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek anlamına geliyor ki, Türkiye’nin en tepesindeki adamdan, hakemlere kadar her yöneticinin asli görevi bu gibi. Ama bir de Osmanlıca sözlüğe bakın, ne göreceksiniz? “İhlal” sözcüğünün “mahal” sözünden kaynaklı anlamı yer değiştirmek, yerleştirmek ve vermektir. Tam da bu işte. Ve en son anlamı “helal kılmak”. Anladınız siz onu, tüm bu yer değiştirmeler, yerleştirmeler, bozmalar neden helal kılınmıştır. Çünkü anlamı budur.
Deneyin galiba son aşaması şudur: Bir hakem oyun içinde bir oyuncuyu “bozarsa” fakat bunu raporuna yazmazsa kural ihlali var mıdır? Cevap: Yoktur, çünkü bu oyuncu hakeme helal kılınmıştır.
Şike sözcüğünün kökenine geçtik oradan. Acaba “şaki” şike yapan anlamına mı geliyor Osmanlıca kelime türetme kuralları gereği? Hayır, “şike” Fransızca kökenliymiş. Ama “şaki” ye baktığımızda onun da ters iki anlamı var. Bu toplum niye ayar tutmuyor, kavradınız mı? Birinci anlamı: Haydut, yol kesen, her türlü kötülüğü yapabilen… İkinci anlamı: Şikayet eden, ağlayan… Verdiğimiz örneklere ne kadar uyuyor bu tavırlar. Bir yandan haydutluk edeceksin, öte yandan en mağdur sen olacaksın, durmadan şikayet edeceksin.
Bir takımın kaptanının adı sosyal medyada geçti: Necip Uysal. Soyadına bakın. “Vur Ensesine Al Lokmayı” diye bir soyad o takıma daha uygun düşerdi, ama uzun… “Uysal” ile yetinilmiş. Öteki ise Belezoğlu. Açın yine Türk Dil Kurumu sözlüğünü. Belez: 1- Sızı, ağrı, romatizma 2- Bir çeşit davar hastalığı ki hayvan arka ayaklarını hareket ettiremez… İkinci anlam konumuzla ilgisiz, ama birincisi cuk oturuyor. Hakikaten müthiş bir ağrı, sızı veriyor ruhsal olarak bu adam, ki romatizma ağrısından beter.
Medya, sol medya, yayın camiası, edebiyat tayfası, sanat alemindeki iki yüzlülük de katlanılmaz derecede. Hangi rezaleti açığa vursak, çoğu dost, problem ortamda değil, bizdeymiş gibi şakalar yapıyor, espriler patlatıyor ki… Ne eğlenceli, o kadar olur.
Hepsinin altında tek duygu yatıyor: “Yahu sen mi kurtaracaksın, sıkma canını. Biz keyfimize bakıyoruz, sen de bak.” Haklılar mı? Haklılar. Tüm bu bitikliği görmektense görmemek daha akılcı. O yüzden zaten ortalık Fırat Aydınus kaynıyor, Demirören kaynıyor. Bir yerde bizler de oyunun içindeyiz, hatta oyunu kuruyoruz, rollerimiz farklı. Sol içinde büyük çoğunluk sefilliği sindiriyor, onun içindeki küçük kazanımlarla keyifleniyor, mantığını da kuruyor: “Her şey yerine oturur, haksızlık olsa da zamanla giderilir. Aslında iyi olan kazanıyor bakma!... Her şeyi kuralları içinde görmek gerek, mızıkçılık şenliği bozar, hazzı sulandırır… Zaten ortam kötü, keyif alacağımız şurada birkaç şey var. HDP var, Fener var, sevdiğimiz birkaç yazar, artist var… Neşemizi kaçırma, eğlenceyi bozma…”
Evet, büyük resme baktığımızda onlar haklı. Ama büyük resmin, insanlığın topyekun ana tablosunun her geçen yıl daha da gider çukuruna battığını gördüğünde tekrar kışkırıyor insan. Bu gömülmede hepimiz pay sahibiyiz, sorumluluklardan kaçarak, sefamızdan ödün vermeyerek. Ne yapalım, öyle olsun. Keyif kaçırarak nereye kadar? Bize, birileri tatmin olsun diye figüran rolü düştü, öyle mi?
Herkes kendini ait hissettiği kimliğe göre algılamıyor mu yaşamı? Kürt önce Kürt olarak, Fenerli Fenerli olarak, Alevi Alevi, pop kültürcü pop kültürcü olarak davranış keyfiyetinde. Üstüne üstlük güçlüden yana çoğu insan, o güç nasıl kazanılırsa kazanılsın. Ruh hali böyle. Bir şey ne kadar kötücülse o kadar çok seviliyor, he mi? Biz de mi öyle yapsak, gardaş? Üst insanlık kültürü falan boşsa, biz de etnik kimliğimize, bağlı olduğumuz takıma, yatırım yaptığımız politik güdüye göre kasmadan, alt-beyinden mi baksak yaşama? Kazananı mı tutsak?
Öyle ya da böyle. Çoğunluğa meydan okumak da ayrı bir tat. Hiç aldırmayız mahallenin yontulmamış duygularına veya akıllarını alırız. İki türlü de biz bu neşeyi bozarız!
Bir de son not: Kendinize anket yapın. Bakın bu da bir oyun. Sıraladığımız 4 maddeden kaçında mahalle çoğunluğundan, baskıcı ekseriyetten yanasınız, kaçında azınlık raporu tutuyorsunuz, bir değerlendirin. Bundan sonraki tartışmalarımız kaç puan aldığınıza çok bağlı çünkü. Hem de görelim, kaç kişiyiz, birlik oranımız nedir J
Kaan Arslanoğlu