Acılı, çok acılı, yakıcı ve sarcısı olaylar aslında. Baskılar, işkenceler, mapuslar, sürgünler, tecrit, yasaklamalar, coplar, gazlar, özgürlüğü kısıtlayan, bedeni parçalayan bin bir türlü saldırı ve uygulama...
Tüm bunların ortasında solcular yine de mizahtan kopmamayı başarıyor. Onca acının ve sıkıntının ortasında, geleceğe ışık ve umut tutacak muziplikler yapmayı da. İcabında kendileriyle dalga geçme erdemini de yanına katarak, yaşadığı sıkıntıların içinden fıkralar çıkarıyor…
Anılar, anılarımız bunlarla dolu. Son dört beş ay içerisinde okuduğum anı kitaplarından kısa bir seçki yapacağım bu defa. Lafı çok uzatmadan anlatılanlara, “bizim hikayemiz”e bakacağım; sözü “bizim çocuklar”a bırakacağım.
*
Hazır Taksim, Taksim’e çıkış, işçilerin, emekçilerin, devrimci ve sosyalistlerin karşılaştıkları güçlükler gündemdeyken, “günün mana ve ehemmiyetine bağlı olarak” 1 Mayıs’la başlayalım. 1979 1 Mayıs’ında - bugünkünden farklı biçimde - “adı konarak” sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde ve kutlamalar yasaklandığında, Behice Boran ve partililer Merter’den yürüyüşe geçiyor ve gözaltına alınıyorlar. Boran’ın olayla ilgili duruşmada, hakime, tane tane, “dinlete dinlete” verdiği ifade ise şöyle:
“Sabırlı, inatçı bir uzun yol yolcusuydu: Gazeteci Varlık Özmenek’in şahit olduğu, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’ndaki 1 Mayıs duruşmasında, mahkeme hakimi ile Behice Boran arasında geçen diyalog bu bakımdan çarpıcıdır:
Duruşma başladı Behice Boran’ı çağırdılar en başta. Sordu: ‘Çıktınız mı?’ ‘Çıktık.’ ‘Ne yapacaktınız?’ ‘Taksim’e doğru yürüyecektik’ dedi Behice Boran. ‘Peki niçin çıktınız?’ dedi. ‘1 Mayıs emeğin bayramı, mücadele günüdür. Biz de o sınıfın partisiyiz, çıktık’ dedi. ‘Nerede çıktınız?’ diye soyrdu. ‘Merter’de çıktık.’ ‘Nereye gidecektiniz?’ dedi. ‘Taksim’e.’ ‘Merter neresi, Taksim neresi’ dedi adam, ‘uzun yol.’ Güzelce, saygılı sordu: ‘Peki, siz yaşlısınız nasıl gidecektiniz?’ ‘Dinlene dinlene’ dedi. O kadar.” (Gökhan Atılgan, “Behice Boran – Öğretim Üyesi, Siyasetçi, Kuramcı” içinde, s. 296, Yordam Kitap)
*
TİP’ten başladık, oradan devam edelim. Bu defa Orhan Suda’nın anılarından gelsin. 1964 yılında 1. TİP döneminde, gazetecilik uğraşı da içinde, “sıcak” bir anı olsun. TİP yöneticilerinden Yalçın Cerit’i “hamamda terleten” türden olsun, dönemin sıcaklığını hissedelim, havasını koklayalım:
"Partili, partisiz yığınla dost ediniyorum gazetede
çalışırken. Günler jet hızıyla geçiyor. Çok yorgun olduğumuz bir gün on
arkadaşla birlikte Cebeci Erkekler Hamamı'na gidiyoruz. Peştamalı belimize
sarıp kurnanın başına kuruluyoruz. Yalçın Cerit'i karşımdaki kurnada iri kıyım
bir keseci keselemekte. Yalçın boş durmuyor, bir yandan keseleniyor, bir yandan
da keseciye o buram buram sıcakta propaganda yapıyor, fırsat bu fırsattır
diyerek.
- Kardeşim, ağır işçisin sen. Kan ter içinde
geceyarılarına kadar başkalarının kirlerini çıkaracağım diye uğraşıp
duruyorsun. Aslında sömürülüyorsun. Senin sırtından zengin oluyor patronun
diyor.
Ama kesecinin hiçbir şeyi umursadığı yok. Cerit'i
keselemeyi sürdürürken öyle bir cevap veriyor ki, bir kahkaha tufanıyla
çınlıyor hamamın kubbesi:
- Bey, ben bu işi zevk için yapıyorum." (Orhan
Suda, “Bir Ömrün Kıyılarında”, s. 134, Literatür)
*
Orhan Suda’nın kitabından bir anı daha gelsin. TİP değil, TKP bu defa. 1964 değil, 1952. Parti yöneticisi değil, parti neferi tütün işçisi. Cebeci Erkekler Hamamı değil, Harbiye Askeri Cezaevi. Farklılıklar bir yana, mizah yine içten, derinden ve sahici:
“Üçüncü koğuş tütün işçisi esmer* vatandaşlardan oluşuyor. [* Çingene. diye belirtmiş kitapta O. Suda] genellikle. Hapishanenin en kalender sakinleri onlar. Çoğu birbiriyle akraba. Seyit Atılal, İbrahim Atılal, Emin Atılal önde gelenleri. Tütün işçiliğini ve hapishaneciliği kader bellemişler. A be, bu da geçer deyip kasap havası oynuyorlar, devrimci marşlar söylüyorlar büyük bir coşkuyla.
İşte tütün işçisi iri göbekli Taşkıran. Bir saflık örneği bu vatandaş.
- Vallah billah ifade vermedim ben, diyor. Sorgu yargıcı Halil Ölçer, Komünist Partisi’ne üye imişsin dediğinde direttim:
- Hayır komutanım, asla bir üyeliğim olmamıştır Komünist Partisi’ne dedim.
- Ama hücre arkadaşların senin partili olduğunu, hücre toplantılarına gelmediğini, daima kaytardığını söylüyorlar.
- Duğru süylerle komutanım, kaytarırdım hep, gitmezdim hücre toplantılarına.
- İfade vermedim ben…
Gülmekten kırılıyoruz hepimiz.” (a.g.e., s. 59-60)
*
Mapus damlarına düşmüşken Mamak’a uzanalım şimdi de. 1952’den 30 yıl sonrasına, 12 Eylül darbesinin ağırlaşmış koşullarına. Adeta bir toplama kampına dönüştürülen askeri cezaevinin ağır baskı ve işkenceleri ortasında, tecritteyken dahi yapacak bir şeyler buluyor “bizim çocuklar”. “Kadınlar Mamak Cezaevini Anlatıyor – Kaktüsler Susuz da Yaşar” kitabındaki bir bölümde Mübeccel anlatıyor:
“Haziran sonuna geldik, hâlâ tecritteyiz. Kir içindeyiz. O gün kızların çoğu mahkemede... Yan hücrede Ayfer var, bir de ben... Saatler geçmiyor. Satranç oynayalım dedik. Ekmek içlerinden yapılmış satranç taşlarını çıkardık zuladan. Yan yana hücrelerdeyiz. Sırtımız askere dönük, seslenerek oynuyoruz; C2’den C3’e, F7’den F5’e.. C6’dan B5’e... Kızıyoruz, keyifleniyoruz. Zor durumdayım, gerginim. Kurtuluşu fark ettim. Heyecanla bağırdım: ‘Filini aldım! Filini aldım!’ Keyfim yerinde... Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Aniden dış kapı gürültüyle açıldı ve bir yığın asker koridora doluştu. Hücre kapıları açıldı ve dışarı fırlatıldık. Birbirimize bakıp, durumu anlamaya çalışıyoruz. Hücreler arandı, bir şey yok. Bomboş hücre özel eşya yok ki... İtilip kakılıyoruz durmadan... Sonunda subay hışımla:
‘Söyleyin lan, nerede? Nerede... Neyi filme alıyorsunuz?’
Vücudumuza dalga dalga yayılan keyfimizi koyvermekle resmiyet arasında sıkışıp kalan yüzümüzü anlatamam. Zavallılar! Bugün yine güldürdünüz bizi. Biraz ıslandık, ama olsun...” (Kaktüsler Susuz da Yaşar içinde, s. 253, Dipnot)
*
Son durağımız yine içerisi olsun ama yanında da “tıp camiası” olsun. Nasıl becerdiysek (yanına siyasal ve kültürel meseleleri de uygun dozlarda katmakla birlikte) bir dolu doktorun “tıp bu değil” tez ve tespitleri doğrultusunda ürettikleri bir mecraya, “insanbu” sitesine düşmeyi başardık. Eh, bu koşullar altında, hiç anlamasak dahi tıp konusunda da “hakikatlerin gösterildiği” bir anıyı nakletmezsek olmaz. Sadun Aren’in anılarından gelsin, 12 Mart darbesi sonrası cezaevinde:
“Bir kış günü banyo yapacağız. Hamam koğuşun dışında, on – on beş metre uzakta küçük bir binaydı. Hava da iyice soğuk. Aramızda Uğur Cilasun diye bir doktor arkadaşımız da var. Aynı davada değil, ama aynı koğuştayız. Zaman zaman konuşuyoruz. O zaman bir tıp ansiklopedisi tercüme ediyordu. Gayet aklı başında, efendi bir arkadaştı. Cilasun doktor olduğu için, ona ‘Banyoya gidip gelirken üşütür müyüm?’ diye sordum. Hasta olmak istemiyorum, çünkü içeride hasta olmak iyi bir şey değil. Hoş bir arkadaştı, yarı şaka, yarı alayla bana ‘Hocam size okulda hastalıkların mikroptan olduğunu söylemediler mi?’ dedi. Tabii ben kem küm ettim. Biliyorsunuz hastalık mikroptan olur, soğuğun hiçbir alakası yoktur, olsa olsa üşürsünüz, üşümemek için de çabuk gidin, çabuk gelin dedi. Ben de öyle gittim, geldim. Ama insanın bazı inançları kişiliğinin bir parçası haline geldiğinden, benim bayağı canım sıkıldı. Hamamdan sonra yine konuştum, benim buna pek aklım yatmıyor dedim, ama söylediklerimin hepsine bir cevabı var. ‘Siz hiç denize girmiyor musunuz? Orada 25 derece suda duruyorsunuz, hasta oluyor musunuz?’ diyor. ‘Cereyan’ diyorum. ‘Siz hiç rüzgârda yürümez misiniz, vücut, bu dışarının rüzgârıdır, bu cereyandır diye bir ayrım yapabilir mi?’ diyor. Söylediği şeyler de akla uygun. Doğrusu fena halde bozum oldum. Çünkü babam da öyle biliyor, anam da öyle biliyor, ben de çocuklarıma öyle söylemişim, bu benim inancımın bir parçası olmuş. Ama doğru söylediğine de kani oldum ve bunu hazmettim. O zamandan beri cereyana falan aldırmam, bir şey de olmaz.” (Sadun Aren, “Puslu Camın Arkasından”, s. 205-6, İmge)
Bakın koskoca Sadun Aren’i bile “kandırmışlar”. Tıp o değil, bu değil, şu değil! Bu doktorlar ne dediklerini bilmezler zaten, halbuki insanın başına ne gelirse üşütmekten gelir. Siz en iyisi üşütmemeye bakın, cereyanda kalmayın, hoşça kalın...
Ali Mert
Editörün Notu: Haber fotoğrafı tarihi bir fotoğraftır. 1 Mayıs 1979. İstanbul’da 1 Mayıs yine yasaklanmış, sokağa çıkma yasağı var. Işıtan Gündüz abimiz anlatıyor: (Behice Boran’ın sağında ikinci kişi) Akşam değişik evlerde akşam toplanan TİP’liler, sabah birden Merter çıkışına doğru yürüyüşe geçerler. Bu fotoğraf çekildikten birkaç dakika sonra polisler önlerini keserler ve yaklaşık 300 kişiyi gözaltına alırlar. Sonrasında ağır bir dayak ve iki aydan fazla tutukluluk…