Post-modern felsefecilerin canına okuyan fizikçi: Alan Sokal

Amerika'lı bir politik fizikçi: Alan Sokal

 

 “Modern bilimler, insanlığın başarısının ve kültürel birikiminin en dikkat çekici örneklerinden biri. İnsanlığın sahip olduğu tüm hazineler gibi o da saygılı ve titiz bir uğraşı hak ediyor.”

Chomsky

 

Alan Sokal, Türk okurların yabancı olmadığı bir isim. Jean Bricmont ile birlikte yazdıkları kitap 2002 'de Türkçede  'Son Moda Saçmalar Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları' başlığıyla  yayımlandı.  Amerikalı fizikçi Alan Sokal'ın 'Son Moda Saçmalar Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları' kitabı yeni çeviriyle ve genişletilmiş olarak ALFA Bilim dizisinden tekrar yayımlandı.

 

New York Üniversitesinde Teorik fizik profesörü olan Alan Sokal,  1996'da Social Text isimli bir postmodern dergiye saçma bir makale gönderir. Fizik kuramlarını bilerek çarpıttığı ve saçma bir şekilde sunduğu bu makalesini Social Text basar ve ardından Sokal bunun bir şaka olduğunu, postmodern dergilerin her türlü saçma makaleyi bastıklarını ispatlamak için bu yola başvurduğunu açıklar.  Sonrasında büyük bir tartışma başlar, postmodern felsefeciler ile bilim adamları arasında ve ''Bilim savaşlarında''nda yeni bir sayfa açılmış olur. Düşün tarihine 'Sokal vakası' olarak geçen bu olayın devamını Alan Sokal  'Şakanın Ardından' kitabıyla ayrıntısıyla anlatır (Alfa Bilim/Felsefe 2011).

 

Alan Sokal, bir teorik fizikçiden beklenmeyecek ölçüde politik birisi. 'Şakanın Ardından' kitabında da, sık sık ''kendi alanı olmayan'' bu konulara politik nedenlerle girdiğini vurguluyor. Sokal''a göre  ''bilim düşmanlığı'' ve ''bilimlerin postmodern yazarlar tarafından kötüye kullanımı'', son tahlilde akademik bir mesele değil, politik sonuçları olan ciddi bir toplumsal olgudur.  Bu olguyu görmek için çok uzaklara gitmeye gerek yok, Internetten Türkçeye çevrilmiş kitapları taradığımızda hemen karşımıza çıkıyor. Ülkemizde postmodern yazarları Türkçeye kazandırma konusunda geniş bir ittifak göze çarpmakta: Liberalliğe terfi etmiş eski tüfek solculardan anarşistlere, prestijli üniversitelerin Sosyoloji bölümlerinden dini kitaplar basan yayınevlerine kadar hemen herkes postmodern yazarları (özellikle Fransız olanları) bağrına basmış durumda. Örneğin Baudrillard'ın neredeyse tüm kitapları Türkçeye çevrilmiş, Feyerabend birçok farklı yayınevi tarafından defalarca yayımlanmış. Lacan kimi üniversitelerde (özellikle Bilgi Ün. Gibi ultra-liberal üniversitelerde) ders kitabı olarak okutuluyor. Bu ilginç olguyu nasıl açıklamalı? Şüphesiz ilk akla gelen açıklama bu fikirlerin 'moda oluşları'. Her ne kadar ABD ve Avrupa’da bu moda çoktan geçse de, her şeyde olduğu gibi Türkiye’de moda da geriden takip edilir. Bu kadar geniş bir düşünce yelpazesindeki aydınların, bu kitapların içeriklerinde uzlaştıklarını varsaymak ilk bakışta olanaksız gibi görünüyor. Moda konusu, aslında 'Mem Makinesinde' (Susan Blackmore, ALFA Bilim Dizisi, 2011) ayrıntılı olarak ele alınmakta. Burada sadece, Susan Blackmore’un bir çeşit kültürel genler olan ''mem''lerin nasıl taklit yoluyla kendilerini kopyalattığını detaylı bir şekilde incelediğini vurgulayalım. Ama 'postmodern memlerin' kendilerini kopyalatarak çoğalması bir sonuçtur. Peki bu memlerin başarılı olmasının ardında yatan sır nedir? Neden son yıllarda 'faşist bilim', 'paradigma', 'sömürgeci batı bilimi', 'gerçeklik görecelidir', 'bilim toplumsal bir inşadır' tarzındaki memler başarı kazandı? İşte Sokal, bu postmodern yazarların söylediklerinin bu kadar geniş bir çevrede ilgi çekmesinin nedenlerini araştırıyor kitabında. Bir bilim adamı titizliğiyle postmodern argümanları masaya yatırarak, bu yanlış argümanların  izini  Kuhn ve Feyerabend'in eserlerine kadar sürüyor.

 Postmodernizmi,

“hemen hemen açık bir şekilde Aydınlanma’nın rasyonel geleneğinin reddi; deneysel testlerle hiçbir bağlantısı olmayan teorik söylemler ve bilimi bir “anlatı”, “mit” ya da toplumsal inşadan (ve başka şeylerden) ibaret gören bir bilişsel ya da kültürel görecilikle tanımlanan entelektüel bir akım”

 

olarak tanımlayan  Sokal'a göre bu modanın başta gelen sebeplerinden ilki ''tembellik'', çünkü ''perspektivizm ve radikal toplumsal inşacılık, politik olarak kendini adamış fakat entelektüel açıdan tembel insanlar için fazlasıyla doğal bir felsefe ...''.  Günümüzde en sevilen kavram paradigma. Herkesin 'kendi paradigması' var. Oysa gerçek bilim yapmak zor. Eğer her şey bir yorum ve kanaat meselesiyse, zamanımızı neden ciddi biçimde fizik, biyoloji ve istatistik öğrenmeye harcayalım ki?  Tembelliğin yanısıra akıl-dışılığa duyulan ilgi, bilimin 'otoriterliğinden' korku,...vb gibi etmenler de var. Özellikle Türkiye gibi bilimsel formasyonun zayıf olduğu ülkelerde bunlar daha da baskın hale geliyor.

 Sokal'ın amacı,  genel anlamda kanıt ve mantığa duyulan saygı olarak özetlediği bilimsel bir dünya görüşünü savunmak. Ama bu sadece akademik bir savunma değil, aynı zamanda politik bir savunma. Kitaptaki tezler her ne kadar akademik düzeyde de olsa, sonuçları politik. Sokal bütün bu tartışmaların akademik düzeyde kalmayıp, dünyamızı da etkilediğini vurguluyor. Bilim düşmanlığının, göreciliğin ve sahte bilimlerin en büyük zararının, özellikle  Türkiye gibi ''Aydınlanmanın modası geçmiş olduğu varsayılan işinin henüz tamamlanmadığı Üçüncü Dünya ülkelerinde'' görüldüğünü söylüyor. Sokal  kitabın son bölümünde bu zararlara örnek olarak Hindistan'ı seçmiş. Ancak Hindistan' da yaşananların bir kısmı Türkiye'de de yaşanmakta ve yaşanma tehlikesi var.

 

    Amerikalı fizikçi Sokal'ın kaygıları ile Türkiye'de yaşayan bizlerin kaygılarımız çok benziyor.  Amerika ile Türkiye arasında nasıl bir benzerlik olabilir? Bir taraftan dünyanın efendisi ABD, diğer taraftan az gelişmiş, dışa bağımlı bir ülke olan bizim hangi ortak noktalarımız var? Bu ortak noktalar Avrupa ile bizim aramızda da var mı? Yoksa sadece ABD ve Türkiye'ye (ve benzer ülkelere) özgü  noktalar mı bunlar? Eğer öyleyse hangi ortak noktalar bunlar? Bütün bu soruların cevaplarına Sokal konuşmasında değiniyor.

  'Bilimsel dünya görüşünün' en geniş anlamıyla 'kanıta dayanan uslamlama' olduğunu vurgulayarak, bunun politikadan dine, günlük hayattan etik sorunlara kadar her yerde uygulanması gerektiğini öne sürüyor: ''Amacım kanıta dayanan dünya görüşünü ciddiye almanın doğurduklarının çoğu insanın farkına vardığından çok daha radikal olduğunu göstermektir.''

  Doğa bilimlerinin son 400 yılda başardıklarının altını çizerek, bilimsel yöntemin “bilgi edinmek için yanılabilir fakat muazzam derece başarılı bir yöntem” olduğunu belirten Sokal, günümüzde bilim karşıtlığının temelinde politik kaygılar yattığına dikkat çekiyor. Verdiği iki örnek hem Türkiye'nin hem de ABD'nin yakın tarihiyle ilgili: Evrim düşmanlığı ile Bush/Blair ikilisinin Irak'a saldırmak için halkı yanıltması. 'Kanıta dayalı dünya görüşünün' terkedilmesinin sonuçları bunlar. Bu sonuçlardan ikincisinin dehşetini Irak'lılar yüzbinlere varan can kaybıyla ödediler. İlkinin ise sonuçlarını Türkiye'de yavaş yavaş görmeye başladık.

            İnanç ve bilim çatışmasının düğüm noktasının 'bazı insanların kanıta ihtiyaç duymadan iddialarda bulunmak' olduğunu söyleyen Sokal, aslında bunun etik bir problem olduğunu dile getiriyor.  ''Fizik, kimya ve biyolojide bir dizi kanıt standardı uygulayıp tıbba, dine ve politikaya gelince bu sınırları rahatlamak mantıklı değildir” diyen Sokal, günümüz dünyasının sorunlarının büyük ölçüde bilimsel dünya görüşünden uzaklaşmak olduğunu vurguluyor.

 

 Son Moda saçmalar ayrıca çok eğlenceli bir kitap. Sokal ve Brichmont, postmodern yazarların laf salatası halinde sıraladıkları “parlak fikirleri” tii’ye alıyor. Gelin Sokal ve Brichmont’a kulak verelim:

 

İstismar kelimesini aşağıdaki özelliklerin bir veya birkaçını anlatmak üzere kullanıyoruz:

1) En iyi durumda bile hakkında son derece bulanık bir fikre sahip olunan bilimsel kuramlar üzerine uzun uzadıya atıp tutmak. En sık rastlanan taktik, yazılarda bilimsel (veya sözde bilimsel) bir terminolojiyi, kelimelerin gerçekte ne anlama geldiklerine aldırmaksızın kullanmaktır.

2) Doğa bilimlerindeki kavramları, en küçük bir kavramsal veya deneysel gerekçelendirme yapmaksızın, bu işlemi haklı çıkarma yönünde hiçbir zorunluluk duymaksızın beşeri veya sosyal bilimlere ihraç etmek....

Lacan’dan nevrotik öznenin yapısının tam olarak torus biçiminde (ve bunun gerçeğin ta kendisi) olduğunu, Kristeva’dan şiirsel dilin süreklilik niceliğine dayanarak kuramsallaştırılabileceğini, Baudrillard’dan modern savaşların Öklitçi olmayan bir uzayda gerçekleştiğini hiçbir açıklama olmaksızın öğreniyoruz.

3) Tamamıyla ilgisiz bağlamlarda teknik terimler kullanma yoluyla hiç utanmadan yüzeysel bir bilgiçlik tasla mak. Kuşku yok ki burada bilimsel alanların dışından gelen okuru etkilemek ve esasen gözdağı verme yoluyla sindirmek hedeflenmektedir. Akademiden ve medyadan kimi yorumcular da bu tuzağa düşerler: Roland Barthes Julia Kristeva’nın çalışmasının doğruluğundan etkilenir, Le Monde ise Paul Virilio’nun bilgeliğine hayran olur.

4) Aslında anlamsız olan cümle ve ifadeleri manipüle etmek. Bahsi geçen yazarların bazıları kullandıkları sözcüklerin anlamlarına enfes bir aldırmazlıkla okur üzerinde etkili bir baş dönmesi yaratmaktadırlar.”

....

Lacan’ın matematiksel kavramları nasıl çarpıtarak yanlış bir şekilde kullandıklarına örnekler vererek şunları yazıyorlar:

 

“Erekte olmuş organlarımızın  Ö-1 ’e eşitlendiğini görmenin oldukça üzücü olduğunu itiraf ediyoruz. Bu bize Sleeper’da beyninin yeniden programlanmasına karşı çıkan Woody Allen’ı hatırlatıyor: “Beynime dokunamazsınız, o benim ikinci önemli organım!”

 

Bu arada Türkiye’deki Lacan izleyicilerinin derslerini iyi ezberlediklerine şüphe yok. Geçenlerde Psikeart dergisinin düzenlediği bir etkinlikte konuşan Bilgi’nin popüler “hocalarından” birisi Sokal’ın Lacan’ı anlamadığını ileri sürerek, “Lacan kadın yoktur der,”..”hatta erkek de yoktur” demiş. Bilginin popüler hocasının başarılı bir şekilde aktardığı tipik bir postmodern düşünce. Aslında hiç bir şey yoktur. Kadın/erkek yoktur, işçi/patron yoktur, ilerici/gerici yoktur....vs. Ne kadar kolay bir düşünme tarzı değil mi? Aslında hiç bir şey yok, ne uğraşıyorsunuz boşuna. Modern bilim cinsiyetler arasındaki ayrımın 2,5 milyar yıl önce başladığını söylemiş bize ne? Oturup bir sürü kitap mı okuyacağız şimdi evrimi öğrenmek için. Bütün bunlar boş işler. Zaten bilim de bir “kurgu” değil mi?

 Bu kolaycı düşünme tarzı son 20 yılda özellikle solcular arasında çok yaygınlaştı. Oradan da İslamcılara geçti, tabi farklı amaçlarla kullanılmak üzere. İslamcılar bu tarz yaklaşımları hemen bağırlarına bastılar çünkü bilimin son 400 yıllık egemenliğini sona erdirebileceklerini umdular. Yıllardır bilim “binlerce yıllık efsanelere inanmayın, gerçek budur” diye kafalarını ütülüyordu. Oysa postmodern (hem de solcu) yazarlar gösterdi ki aslında bilim de gerçekleri söylemiyormuş: Meğer bütün o elitist aydınlanmacılar bize zorla gerçeği dikte ettiriyorlarmış.. Neyse ki artık zorba modernist bilimcilerden kurtulduk; yaşasın postmodern dünyaJ

 

 

Sokal’dan alıntılar:  (Her iki kitaptan.)

 

Amacım aslında, bilimsel bir dünya görüşünü savunmaktır. Bu görüş, genel anlamda kanıt ve mantığa duyulan saygı olarak tanımlanabilir. Kısacası, akla dayalı argümanlara, hüsnükuruntu, batıl inanç ve demagojiden daha çok saygı duymaktır. Bu eski moda fikirleri savunmaya çalışmamın sebepleri ise temelde politiktir. Politik olarak kendimi, kapitalist sistemin adaletsizliklerinin ve eşitsizliklerinin karşısında duran ve daha eşitlikçi ve demokratik toplumsal ve ekonomik düzenlemeler için çabalayan politik akım olarak tanımlayabileceğimiz Sol ile özdeşleştiriyorum (ve sanırım bugün burada bulunan herkes böyle yapıyor). Amerikan Solundaki moda akımlar beni kaygılandırıyor; özellikle de akademidekiler. Bu akımlar, asgari düzeyde bile zeki ve kendini adamış insanları çok tutulsa da içi boş entelektüel modalardan ibaret akımlara yönelterek bizi ilerici bir toplumsal eleştiri sunma işinden uzaklaştırıyor. Bu akımlar ayrıca öznelci (subjectivist) ve göreci (relativist) felsefeleri teşvik ederek böyle bir eleştirinin ortaya çıkma ihtimalini baltalıyor. Kaldı ki bu felsefeler bana göre bizleri ve vatandaşlarımızı ikna edecek bir toplum analizi ile bağdaşmaz. Politik görüşümüz ne olursa olsun, hakikat, akıl ve nesnelliğin savunulmaya değer değerler olduğunu düşünüyorum; Solda yer alanlar için ise bunlar elzemdir. Bu değerler olmazsa, eleştirimiz bütün gücünü yitirir.

 

“Bilimcilerin, kadınların ve Afro-Amerikanların…neden doğası gereği daha aşağı olduğuyla ilgili açıklamalara bütün yetkiyi vermesinin üstünden çok geçmedi.” Peki, Robbins bunun hakikat olduğunu mu iddia ediyor? Umarım öyle değildir! Kuşkusuz, pek çok insan kadınlar ve Afro-Amerikanlarla ilgili doğru olmayan şeyler söylüyor ve bu yalanlar bazen “bilim”, “akıl” ve başka şeyler adına söyleniyor. Fakat bir şeyi iddia etmek, onu doğru kılmaz; bilimciler de dahil olmak üzere insanların bazen yanlış iddialarda bulunması da hakikat kavramını reddetmemiz ve gözden geçirmemiz gerektiği anlamına gelmez. Tam tersine, hakikat iddialarının altında yatan kanıtı son derece titiz bir şekilde incelememiz ve en doğru rasyonel yargılarımıza göre yanlış olan iddiaları reddetmemiz gerektiği anlamına gelir.

...

Şunu açıklamama izin verin: Belli bir durumda, hangi hakikat iddialarının gerçekte hakikat olduğunu belirlemenin kolay olduğunu söylemiyorum. Sonuçta, bütün entelektüel çalışmalarımız bu ayrımı yapmaya çalışmakla ilgilidir. O kadar kolay olsaydı, o zaman işsiz kalırdık. (Elbette işsiz kalabiliriz ama bu başka bir konudur.) Söylemeye çalıştığım şey, “hakikat” kavramı ve “hakikat iddiası” kavramını birbirinden ayırmanın hayati önem taşıdığıdır. Bunu yapmazsak, oyunu daha başlamadan ele vermiş oluruz. Ne yazık ki bazıları hakikati belirlemenin (özellikle sosyal bilimlerde) zor olduğu şeklindeki su götürmez gerçekten yola çıkıp hiçbir nesnel hakikat olmadığı sonucuna atlıyor.

...

Perspektivizmin ve radikal toplumsal inşacılığın, politik olarak kendini adamış fakat entelektüel açıdan tembel insanlar için fazlasıyla doğal bir felsefe olduğunu düşünüyorum.

....

Radikal toplumsal inşacı felsefe ile uğraşmanın avantajlı yönü, onun, sonucundan hoşlanmadığınız herhangi bir deneysel araştırmayı gözden düşürmemize olanak veren çok amaçlı bir araç olmasıdır; ayrıca verilerin can sıkıcı detaylarıyla ve onların yorumlarıyla da uğraşmamıza (hatta onları anlamamıza) gerek de yoktur. Fakat radikal inşacılık, eğer geçerli ise, onu elinde bulunduranların iddialarını da yakan evrensel bir asittir.

 

....

 

Latour’un eserlerindeki pek çok önerme o kadar muğlak ifade edilmiştir ki onları gerçek anlamıyla ele almak neredeyse imkansızdır. Bu muğlaklık çözüldüğünde ise (burada birkaç örnekte yapacağımız gibi) ya iddianın doğru fakat sıradan ya da şaşırtıcı fakat bariz bir şekilde yanlış olduğu sonucuna varılır.

....

 

Dahası, lisans öğrencileri olarak, Lacancı ve yapısökümcü laf kalabalığıyla dolu İngilizce bir kültürel çalışmalar ya da kadın çalışmaları dersine katlandığını anımsayan ve sonuç olarak kendi entellektüel kabiliyetlerinden şüphe etmiş olması olası, hiç de azımsanmayacak bir yetişkinler grubu vardır. İmparatorun en azından kısmen çıplak olduğu ifşa edildiğinde, kim onları şimdi bir parça Schadenfreude* hissediyorlarsa suçlayabilir?

......

Alan Ryan bunu çok güzel ifade etmiştir: Mesela, savunma halindeki azınlıkların Derrida bir yana Michel Foucault’yu bile kucaklamaları açıkça intihar demektir. Azınlıkların bakış açısı hep gücün hakikat tarafından baltalanabileceğiydi…Bir kez Foucault’nun hakikatin basitçe gücün bir eseri olduğu sözlerini okuduğunuzda vay halinize…

....

Matematikçiler ve fizikçiler, bilinmeyen göndercilerden gelen daktilo edilmiş bu tarz mektuplar almaya alışıktır. Lacan’ın grameri ve imlası böyle tezlerin çoğundan daha iyidir; ancak mantığı için aynı şeyi söyleyemem. Açıkça söylemek gerekirse, Lacan bir kaçıktır—kuşkusuz çok bilgili bir kaçık ama neticede kaçık.

 

...

 

Jacques Lacan, Julia Kristeva, Gilles Deleuze, Félix Guattari ve Paul Virilio gibi virtüözlerinin bilge şarlatanlığının yanında muazzam ölçüde adi kalır

 

İddia ettiğim şey daha ziyade, postmodernizmin (çoğu felsefi düşünce gibi) kendine has bir politik rengi olmadığı ve çok çeşitli amaçlar için kullanılabileceğidir. Özellikle, postmodernizmin evrenselliğe ve nesnelliğe saldırısı ve “yerel bilgileri” savunması, bilhassa her türden milliyetçi ideolojilerle tamamen uyumludur. Çağdaş postmodernistlerin çoğu, yoksulların ve ezilmişlerin akıbetiyle samimi olarak ilgilenen ve politik olarak ilerici entelektüellerdir. Fakat fikirler, yaratıcılarının niyetlerinden kaçmanın bir yolunu bulur.

.....

Sahte bilimi harekete geçiren ve postmodernizmin teşvik ettiği güçlü psikolojik motivasyonlar da vardır. Francis Bacon’ın dört yüz yıl önce fark ettiği gibi, “insan, doğru olmasını istediği şeye inanmayı tercih eder.” Diğer yandan mantık ve deneysel bilim, insan özgürlüğüne ya da en azından özgürlükle ilgili fantezilerimize müdahale eder: Evrenin, bizim arzularımızla uyumlu olduğu ya da olmadığı ortaya çıkabilir. Gerçekte, çocukluktan yetişkinliğe geçişin bir yönü de, hoşumuza giden ancak yanlış olan inançlarımızdan (örn, Noel Baba) vazgeçmeyi öğrenmek ve daha genelde, arzularımızı ve gerçeği ayırt etmektir. Fakat bu, zor bir süreçtir ve bilimciler de dahil hiçbirimiz bunu tam olarak başaramayız.

 

 

Kerem Cankoçak



*  Almancadan İngilizceye geçmiş bir kelime. Bir başkasının zarar görmesine sevinme anlamına geliyor. (Ç.N.)

Facebook
yorumlar ... ( 4 )
02-04-2013
02-04-2013 14:29 (1)
elinize sağlık. çok önemli bir yapıt ve çıkış olduğunu düşünüyorum. hatta bilim ve kuram dünyasının son yıllardaki en devrimci çıkışı galiba. tanıttığınız için sağolun. ve bu kitabın türkiye'de önce iletişim, sonra alfa tarafından yayınlanıyor olması ise - bu yayınevlerinin ilkinin postmodernizmle ve ikincisinin sağ ile birlikte halleri düşünüldüğünde - sanki trajik. ama yayıncılık dünyası, genelde "bulaşık", ayrım çizgileri tam belli olmayan bir yapıda. ayrı bir yazı konusu olabilir belki...
02-04-2013 20:04 (2)
Değerli Kerem Cankoçak, bu kitabın yeni baskısı çıkmışken tam da bu konuda yazayım derken siz daha erken davranmışsınız! Bu kitabın baskısı uzun süredir yoktu, tekrar çıkması çok iyi oldu. Bu kitap bana göre bilim adamı olma iddiası olanlara bir ders kitabı olarak okutulmalı. Yazınız için teşekkür ederim. Saygılarımla Taylan Kara
02-04-2013 23:24 (3)
Akademi camiasından birisi olarak, Kerem Cankoçak'ın makalesi önemli bir konuya parmak basıyor. Bir deney ya da araştırma yaptığınızda postmodern bilimsel dergiler mutlaka sizden yenilik ve farklı sonuçlar bekliyorlar aksi takdirde araştırmanızı yayınlamıyorlar. Bu durum da çoğu bilim insanını 'Alan Sokal'ın' şakasına benzer yollara sevk ediyor. Felsefi olarak bilimin sorgulanması ve eleştiri gerekiyor. Kitabın yeni baskısını en kısa zamanda alıp okumak istiyorum. Recai Kulaksız
15-04-2013 08:20 (4)
Bu yazı ve alıntıladığı eserler çok önemli. Bir tıp fakültesinde akedemisyenim ve çoğu tıbbi bilimsel yayının bilim dışı olduğunu göstermek için matematiğe başvurdum, çalışmaya devam ediyorum. Keşke bu aymazlık beşeri ilimlerle sınırlı kalsaydı. Size teşekkür ederim. İlgilenenler aşağıdaki iki bağlantıya bakabilir. Özgür Ekinci http://dx.doi.org/10.1371/journal.pmed.0020124 http://www.rationallyspeakingpodcast.org/show/rs22-steven-novella-on-lies-damned-lies-and-medical-science.html
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210339
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.