(Nihat Ateş’in Çöküş Romanları kitabından kısaltılarak alınmıştır. )
*Filozof: Ama büyük egemen sınıfların çöküşünden daha zengin, daha önemli, ilginç ne olabilir ki? B.Brecht (Hurda Alımı)
** Kendini bütünüyle yalan yazmaya veren insan aklının ve yeteneğinin terk etmesi ne yüce bir gerçek. V.G.Belinski
Neden Çöküş Romanları
Romanın bir "sınıf' sanatı olduğunu kimse inkar etmiyor. Ve bu sınıfın tarih sahnesine çıkarken "eleştirel akla" yaptığı vurgu Kant'in şu sözünde ne kadar güzel ifadesini bulur? "Kendi aklını kullanma cesaretini göster"
Ama bu sınıfın egemen bir sınıf haline gelip, tutuculaşmasıyla, artık "akla veda" aşamasına geldiğini biliyoruz. Onun romanı nasıl bu aklın yükselişinin anlatını biçimi olmuşsa, tutuculaşıp, çöküşünün de ifade aracı olmuştur.
Yine kabul etmek gerekir ki bugün yazılan Türkiye romanı reel sosyalizmin çözülüşüyle başka bir evreye girmiştir. Yani sınıfsal bağından kopmamış, aksine ona sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. 90’lar boyunca ve bugün yazılan romanların hemen hepsinin ortak özelliğinin, "büyük çözülüşle" kendini tarif ediyor olması bunun önemli bir kanıtıdır. Çünkü doksanlar bütün önceki dönemlerden çok daha farklı bir dönem olmuştur. Dünya "yeni bir hal" almış, etekteki taşlar dökülmeye başlamış, post-durum dünyanın artık "modern ve aydınlanmacı" bir dünya olmadığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Burjuvazi ve romancısı karşısında hiçbir engel kalmayınca tutuculuğunun bütün özelliklerini göstermeye başlamış, gerici, yoz ve saldırgan yüzüyle tarihin yeni bir aşamasında yerini almıştır.
Şurası artık gerçektir, 90'lardan sonra gerçekleşen, ortaya çıkan durum geçici bir dönem değildir. Burjuvazi ve romanının yeniden bir niteliksel atılım yapabilmesinin olanakları kalmamıştır. Onun için bu dönem yazılan romanların artık bir "çöküş romanı" olarak kavramlaştırılması gereklidir. Ama biliyoruz, bu kavramlaştırma "yeni" bir kavramlaştırma değildir. Lukacs'ın ünlü "dekadans" kavramından söz ediyorum. Nasıl Tanzimat romanı ile bir Cumhuriyet romanı arasında bir gelişim bağı varsa, bu gelişim kendisini "burjuva aydınlanması temelinde buluyorsa", ama iki roman da farklı dünya koşullarında yazılmışsa, Cumhuriyet romanı ile bugünün romanı arasında tersten bir ilişki vardır. Reel sosyalizmden sonra en çok saldırıya uğrayan kavramlardan birinin "aydınlanma" olduğunu düşündüğümüzde bu ilişki daha bir netlik kazanır. Kısaca bugünün romanı farklı bir dünyada yazılmaktaysa Lukacs'ın kavramı da 30'lu yılların korkunç faşizm baskısı altında üretilmiştir. Bu dönem bütün sanat hareketlerinin neredeyse anti-faşizmle eşdeğer bir özellik gösterip gös-termediğiyle ölçüldüğü bir dönemdir. Aslında Lukacs'ın bu kavramı ortaya attığı dönemle bugünün dünyası arasında niteliksel bir farklılık yoktur. Bugün de dünya üzerinde "kapitalist şiddet" asıl belirleyendir. Bu anlamda "çöküş" kavramının Lukacs'ın kavramıyla bir bağı vardır. Öte yandansa, "eğer kayıtsızlık, ilişkisizlik/iletişimsizlik, yalnızlık, can sıkıntısı kapitalist dünya için tipik bir şey ise (ve bu böyledir!), bunu anlatmak realizmin yasasıdır. " diyor Ernest Fischer. "Çöküş Romanları" da insandaki bu ilişkisizliği/iletişimsizliği, yalnızlığı anlatmıyorlar mı? Anlattıkları için gerçekçi eserler olmuyorlar mı? Neden eleştiriliyor öyleyse? Hayır, anlatmıyorlar. Çöküş'ü yazmak, Fischer'in beklediği ya da vurguladığı bir gerçekçilikle yazmak elbette oldukça önemlidir. Kafka çöküşü yazmadı mı? Yazdı. Ama “Çöküş Romanları” olarak kavramlaştırılan bu romanlar "çöküş"ün tanıkları ve saptayıcısı olamıyorlar. Olamamalarının nedenlerinin başında, yine Kafka'yı izleyerek söylersek şu yer alır: Kafka çöküş'ün karşısına yeni bir çöküş çıkarır. Çöküş'ü resmeder, estetik olarak resmeder ve bu dünyanın karşısında yeni bir dünya kurar. Oysa göreceğimiz gibi bu romanlar, bırakın yeni bir dünya tasarımını ve varolana eleştirel bakışı, tersine, yaşanılan dünyanın "olası dünyaların" içinde "en iyi" dünya olduğunu savlarlar. Bu dünyanın bireylerini anlatırlar. Bu dünyayı idealize ederler. Yani, gerçeklikteki dünyanın karşısında yeni bir dünya kurmak gibi bir dertleri yoktur. Bu açıdan, sanıldığı gibi bir muhalif kimlikleri de yoktur. Oysa gerçek anlamda çöküş'ü yazan romancılara, Kafka'ya, Joyce'a, baktığınızda bütün hepsinin karşı oldukları dünya karşısında yeni bir dünya yaratıklarını görürüz. Kitabın girişinde sözü alıntılanan Brecht'in filozofu gibi mi anlamalıyız bu romanları? "Büyük, egemen sınıfların çöküşünden daha zengin, daha önemli, daha ilginç ne olabilir ki? Kapitalizmin çöküşünün romanlaştırılması çok önemli olurdu. Ve bunu Türkiyeli romancıların gerçekleştirmeleri yine ayrı bir güzellik yaratırdı. Ama nerede? Bu romanların ÇÖKÜŞ ROMANLARI olarak tanımlanmasının nedeni bu romanların "çöküşü" anlatmaları, göstermeleri değil, tamamen çöküşün bir parçası olduklarıdır. İşte bu anlamda da "çöküş" kavramı Lukacs'ın "dekands" kavramıyla bir ayrım gösterir. "Çöküş Romanları" çöküşü yazamamışlar, çökmüşlerdir.
Umut
"Modern insanın", tarih sahnesinden çekildiği iddia edilen "modem insanın", en önemli özelliklerinden biridir umut etmek. Bunun için çöküş romanlarının hiçbirinde umutlu bir insan göremezsiniz Oysa gece hiçbir zaman bütünüyle karanlık değildir.
Nihat Ateş'ten derleyen Taylan Kara