“Düşsel uydurmalara karşı öne sürülecek hiçbir mutlak gerçek bulunmamaktadır, bu uydurmalara karşı ancak düşsel içeriği gerçek yaşamda açığa çıkan düşsel gerçeklik ileri sürülebilir.” Christopher Caudwell
(Kaldığımız yerden devamla)
3- Freud’un dinsel-etnik kökeni:
Thomas S. Kuhn, bilimde ve felsefede ilerlemelerin nasıl sağlandığını, kuramlar arası çatışmaları incelediği çok bilinen yapıtında şöyle der:
“Şansımıza bakın ki, bilim adamlarını eski paradigmayı reddederek yenisini yeğlemeye iten başka bir yol daha vardır. Burada söz konusu olan, bireyin neyin uygun ya da estetik olduğuna dair duygularına yönelen fakat hiçbir zaman tam olarak açık seçik ifade edilmeyen kanıtlamalardır… Bugün bile Einstein’ın genel kuramı insanları başlıca estetik ilkeler sayesinde kendine çekebilmektedir ve öyle sanıyorum ki bu, matematikçiler dışında çok az kişinin algılayabildiği bir çekiciliktir…
Hatta yeniliği yapanın ve onun da ustalarının milliyetleri yahut daha önceki itibarları bile bazen önemli rol oynayabilmektedir… (Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Alan Yay.)
Kuhn’un bu sözü çok estetik duruyor durmasına, ama “örnek verelim” dediğimizde çıngar çıkıyor. O bakımdan, Freud konusunu çok önemli gördüğümden, kuramındaki çıldırtıcı saçmalıkların teşhirini çok daha gerekli saydığımdan böyle yan konularda doğabilecek itiraz ve tartışmalardan korkuyorum açıkçası. İnsanların çok sevdiği etnik muhabbet sayfası bir açılırsa, bizim asıl sorunumuz güme gider. Aynı sebeple ilerde bu konuda başka birkaç şey söylemek üzere bahsi kısa kesiyorum.
Şu kadarını ekleyeyim: Hiçbir ulusu, milliyeti, dini grubu ötekinden ayırt etmem. Hiçbirine özel bir yakınlığım veya düşmanlığım yoktur. Hatta diğerlerine göre az buçuk sempati duyduğun bir topluluk var mıdır diye sorsalar, önce Çingeneleri, sonra Yahudileri sayarım. Ardından Japonlar vb… gelir.
4- İnsanlığın cinselliğe olan kallavi ilgisi:
Bunu sanırım bilmeyeniniz yoktur. O nedenle sanırım konuyu genişletmeye, alıntılar, göndermeler yapmaya gerek yok. Cinselliğin ve cinsellik üstüne yayınların çok kısıtlı olduğu, cinsel yaşam üstünde ülkelere göre değişen derecelerde baskı uygulandığı Batı’da bu tür söylem ve yayınlara da büyük ilgi duyuluyordu. İster cinsel açlıktan diyelim, ister doyumsuzluktan, ister merak ve ilgi yoğunluğundan; Freudcu yayınların cinselliğe çok özel bağlılığı, onlara her düzeyde ilgiyi büyük ölçüde artırıyordu. Kimi nefretten, kimi yeni bir dünya bulmaktan, kimi de meraktan okuyordu, ama Avrupa entelektüelleri arasında okumayan neredeyse yoktu.
Bir de bu yayınlardaki, ilerde daha geniş açacağımız abartılı pornografiyi eklediğimizde, o günün koşullarında kuramın duyulup merak uyandırmaması olanaksız hale gelmişti.
5- İnsanlığın geçen yüzyıldaki düşünsel bir boşluğuna denk gelmesi…
90’lı yıllarda Freud hakkında yazdıklarıma baktığımda o günküne göre söz konusu alanda üç dört katı yayın okumama karşın cümlelerimin yüzde doksanından fazlasını hiç değiştirmeden, bunlara bir şeyler eklemeden yeniden yayımlayabileceğimi görüyorum. Bunu şundan söylüyorum: Bu bir marifet değil, marifet de… büyük marifet değil, Christopher Caudwell’in Freud eleştirisi (Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler- Metis yayınları), o zamana göre günümüzde binlerce kat yayın, bilgi birikimine sahip olduğumuz halde, şimdi de yalnızca üç beş cümlesi gözden geçirilerek yeni gibi yayımlanabilecek bir deha işi.
Ne ki sınırlı insan sosyal zekası Caudwell’in eserini unutturtup akabinde aynı yayınevine yüzlerce Fredcu çöp yayınlatacak kadar başa bela bir etmen.
Demem o da değil. Eski yazılarıma baktığımda çok ağır eleştirsem de bazı noktalarda Freud’a saygımı koruduğumu, hak etmediği halde onu kayırdığımı görüyorum, ki yanlış.
Hatalarımdan ilki her şeye rağmen onu “bilimsel bir disiplin” saymam. Bilimsel yöntemi bu kadar kaba şekilde hiçe saymış birinin kesinkes bilimsel dünyadan dışlanması gerek. Psikiyatri-psikolojideki dünya bilim çevreleri, onu iyice kenara iterek ve yeri geldiğinde alayla bahsederek bunu yapıyorlar gerçi. Bu çevreler burjuva bilim çevreleri olduğu için bu kadarı onlara yetiyor. Birçok solcu entelektüelin kafasının Freudcu dogmayla bulanması zaten onları hiç ilgilendirmiyor. Ama bizi ilgilendirmek zorunda.
Ara başlıkta 20. Yüzyıl başında insanlığın düşünsel boşluğu dedik. Marksizm bu boşluğu büyük ölçüde doldurdu. Ama psikoloji-psikiyatri alanında, birey temelinde boşluk duruyordu. Marksizm orayı dolduramadı. Açık kalan hacme Freudculuk yerleşti. Çünkü “ben” nedir, “bilinç” nedir, “her şeyimizi bilinçle mi yaparız” soruları açıktaydı, bilincimizin her şeye yetmediği, birçok şeye yanlış karar verdiği, üstelik bizi ruhsal hastalıklardan da korumadığı açıktı. İçimizde “ben”den başka daha güçlü bir “ben” mi vardı. Bizi denetleyen, konuşturan, davrandıran dinamikler nelerdi?
Bilinç-bilinç öncesi-bilinçaltı kuramı, süperego-ego,-id şeması bu sorulara, bu arayışlara cuk oturdu. Yaptığımız her şeyi bilinçle yapmıyorduk, bilincimiz bizi birçok şeyden, ruhsal hastalıktan, bizi zarara sokan davranışlardan koruyamıyordu, o halde altta çok daha güçlü bir yapı vardı, bu bilinçaltıydı.
Freudculuğun en sağlam, en gerçeğe yakın yanı olan bilinçaltı teorisini temelden eleştirsem de dünya düşün tarihine bir katkı saydım yakın yıllara dek. Şimdi bundan pişmanım J Çünkü yavaş yavaş göreceğimiz üzere Freudculuğun en sağlam direği bilinçaltı kuramı aynı zamanda psikolojinin gelişmesini, insanın ruhu-aklı anlamasını on yıllarca geciktirmiştir, “ketlemiştir”; halen de bu zararlı etki azalarak devam etmekte.
Freud’u takdir ettiğim bir başka nokta da insan akli-ruhi yapısında cinselliği ilk kez öne çıkarmasıydı. Bu bir düşünsel devrimdi ve Freud daha başından itibaren onu safsataya bulandırmasa insanlık kültürüne büyük hizmet yapmış olacaktı. Keza o alanda da devrimini daha başlamadan karşı devrime dönüştürdü. Cinsellik alanında da övgüyü hak etmiyor, payına benden sadece yergi düşüyor.
Freud’un bu güne dek çökmeden gelen tek yaklaşımı daha çok genel bir yaklaşım olan insanın ruh akıl sağlığına ilişkin görüşleridir. Freud sağlıklı insan diye bir şey yoktur, der. Hepimizin az ya da çok nevrotik olduğumuzu vurgular ki, doğrudur. Ancak, buna neden olarak gösterdiği açıklama yanlıştır, bunu yine bebeklik çocukluk cinselliğiyle ve sırada oluşan zorunlu karmaşalarla açıklar, ama sonuçta yanlış bir yerden de olsa doğru sonuca ulaşmıştır. İnsan doğal olarak ruh sağlığı her zaman bozuk bir yaratıktır.
Şimdi Freud eleştirisine en sağlam direğinden, bilinç-bilinçaltı kuramından devam edelim. Burayı çökertirsek gerisi zaten çok kolay.
Freudcu bilinçaltı kuramının eleştirisi:
Yanılmanın Gerçekliği kitabında (90’lı yılların başı) aynen şunları yazmışım:
“Bilinçaltı denilen şeyi Freud fantezi olsun diye mi uydurmuştur; hayır. Vardır gerçekten böyle bir şey. Doğduğumuz andan başlayarak her saniye, her an izlenim sağanağı altındayız. Milyonlarca veri boş bilgisayarımıza durmaksızın dolar. Bu bilgilerle insan olmayı öğreniriz. Konuşmayı, düşünmeyi, çalışmayı becerir hale geliriz. Yaşam sürekli bilgi alış, bilgi değerlendiriştir. Ne var ki, kafamızda bir yerlerde saklanan bilgi yığınının her an belli bir bölümünün bilinçli olarak farkında oluruz. Bazı temel yeteneklerimizi gayret göstermeden sanki kendiliğinden yerine getiriliriz. Adımızı yazmak, şarkı mırıldanmak gibi. Bazı şeyleri yapmak için bilincimizi daha fazla yoğunlaştırmamız gerekir. Kitap okumak gibi. Ama bilinçli olarak farkında olduğumuz bilgiler, her an için sınırlıdır doğal olarak. Bir bilgisayarın ekranındaki bilgilerdir o andaki bilinçli bilgimiz. Bilgilerin çoğu yeri geldiğinde ekrana çıkmak üzere bekler. Bir bölümü de başka bilgileri işleyen program bilgileridir. Bir bilgi grubuna, ancak gereksinim duyduğumuzda ulaşırız. Bazen rastgele dolaşan bilinç projektörü ilgisiz bilgi bölümlerini aydınlatır. Bazen çok gereksinim duyduğumuz bir bilgi depodan çıkmaz. Projektör, o bilginin yerini bir türlü bulamaz; bakarsınız, bir kokuyla, bir kişiyi görmekle ya da nedenini anlayamadığımız bir çağrışımla ansızın yüzeye çıkıverir. Ya da rüyalarımızda açığa vurulur bazı anılarımız. Ya da bir duyumu algıladığımızın ayrımında olmayız; ama belleğimize işlenmiştir o veri. İlgisiz bir yerde ortaya çıkar, bilincimizi şaşırtır. Bazen varlığından haberdar olmadığımız ya da bilinçli olarak denetleyemediğimiz bazı duygu-düşünce kümeleri ya da dürtüler bizi zor durumda bırakır.
Freud’un üzerinde çalıştığı ve çok etkilendiği histerik-konversif bayılmalar böyle bilinç denetimsiz tepkilerdir. Ya da hasta, belli bir duygulanım yüküyle kör olur, sağır olur, kolu bacağı tutmaz olur; veya kişi anlamsız bir korkunun esiri durumuna düşer. Tüm bu nevrotik bozukluklar bireyin bilinçlilik halinin kısmen dışında gerçekleşen olgulardır.
O halde karşı çıktığımız ne? Birinci madde Freud’un bilinç ve bilinçaltını mekanik şekilde ayırmasıdır. İkinci madde, bilinçaltı etkileri esas kabul ederek insanın bilinçli etkinliğinin önemini göz ardı etmesidir. Üçüncü madde de bunu yaparken birçok bilinçli etkinliği bilinçaltı süreçlere mal ederek insana çarpık bakışı yaygınlaştırmasıdır.
Aslında jung ve Fromm da bilinçaltı ile bilincin kaba ayrımına karşı çıkıp ikinci maddenin kıyısına dek gelmişler, ancak daha ileri gitmekten korkmuşlardır. Fromm’a göre ‘bilinçdışı terimi esrarlı bir sözcüktür.’ ‘Bilinçdışı diye bir şey yoktur; yalnızca bilincinde olduğumuz ve olmadığımız davranışlarımız vardır, işte bu bilincinde olmadığımız davranışlarımıza bilinçdışı diyoruz’ Jung da şöyle söyler: ‘Freud ruhsal süreçlere durağan nitelik vermekte, bense bu süreçlere dinamik açıdan bakmaktayım. Benim için her şey görecedir. Kesin bilinçdışı diye bir şey yoktur; nesneleri ancak belli açılardan baktığımızda bilinçte bulamayız.’
Bilinçdışının Marksist eleştirisi ise Caudwell’dedir.” :
“Ne denli basit olursa olsun her sinir ağında bütün nöron sistemi gerçekten işin içindedir. Piyanoda bir nota çaldığımızda basılmayan teller de basılanlar kadar işin içindedir, çünkü notanın neyse o olmasına yol açan iyi ayarlanmış bir ses dizini içinde bulunmasıdır… Tüm bilinçli görüngülerde sistemin geri kalan sinir ağları da işin içindedir ve değişmiş olsun, olmasın bunların tüm içsel tepkileri bilinçli görüngü dahil tüm davranışlara, özel örüntülerin temelini verir. Böylece bilinçdışı bilinç dahil tüm davranışları değiştirir, diyebiliriz. Yani bilinçdışı sinir ağı ve deneyim, bilincin parçasıdır… Elbette ki bilinç ve bilinçdışı kesinlikle belirgin varlıklar olarak birer soyutlamadır. Davranışın bir parçası olan tüm sinir ağlarında değişken bir oran bizim herhangi bir anda bilinç ya da benlik dediğimiz grubu oluşturur… Freudculuk bir tarafın öyküsünü diğerini dıştalayarak kabullenmez. Her ikisini de eleştirmeksizin kabul eder. Böylece çözülmez bir ikiciliğe ulaşır… Bilinç tek izli bir etkinliktir, insan bir anda normal olarak ancak tek düşünce dizisini izleyebilir ve bu dizi en güçlü düşünce adamlarında bile bilincin donuk yarı bilinçli bir bulanıklıkla çevrelenmiş nokta ışığında arka arkaya gelmiş birkaç imgeden oluşur. Genelde insan düşüncesinin zenginlik özelliklerinden hiçbiri özelde bilincin etkinliği değildir. Herkes bir anda yalnızca bir şey üstünde yoğunlaşabildiğimizi bilir… Eğer iyi eğitim görmüş birinin korteksinin (n) sayıda gizilgüce sahip olduğunu düşünürsek bilinç bir anda ancak n’nin çok küçük bir oranıyla ilgilenebiliyor. Geri kalan kısım ise bilinçdışı olarak kalıyor. Bu yüzden korteks öncelikle bilinçli değil, bilinçsiz bir organdır. O tek sahibi olan bir bilgi kütüphanesi gibidir. Çok geniş kaynakları olmasına rağmen sahibi bir anda bir kitabın bir satırındaki bir tek kelimeyi tarayabilir… Korteksteki bilinç, milyonlarca hücreden birkaçının parlamasıdır… İlkellerin dünyasında patlayan gök gürültüsü ve şimşek gibi nedensel görüngülerin tanrıların rastgele davranışlarına yorulması gibi bilinçli dünyada dalgalanmalar yaratan bilinçsiz etkiler de Freud tarafından çarpıtma, ketleme, bastırma, karmaşa gibi kaba isimlerle çağrılır. Freud, teorisinin fizyolojik içeriğini kavrayamaz. Bütün sinir ağı örüntüleri deneyimin (ketleme) değiştirdiği bir tepki (içgüdü) oluşmuştur. Böylece tüm sinir ağı örüntüleri tek bir devre oluşturan değişik oranlarda bilinçli ve bilinçsiz ögeler taşır. Toplum ketleme ve baskılarıyla bilinci yaratarak içgüdüleri kölelik değil, özgürlük yolunda yürütür. Köleleşmiş içgüdüleri özgürleştiren bir şeye Freud gibi ketlenme ve baskı demek önyargılı bir davranıştır.”
Caudwell’in 30’lu yıllarda yazdığı bu göz yaşartıcı derecede heyecan uyandırıcı görüşlerinin neredeyse hepsi doğru. Neye dayanarak doğru? 80 yıldan beri yapılan bilimsel araştırmalara, açığa çıkan yeni gerçeklere göre doğru. Beyin bu şekilde işliyor, düşünce-duygu-davranış, bilinç-bilinçdışı bu.
Evrimci psikoloji dalındaki şu iki kitabı okumanızı öncelikle salık veririm: Aklın Tarih Öncesi – Steven Mithen (Dost yayınları), Neden Sizden Başka Herkes İkiyüzlüdür – Robert Kurzban (Alfa Yayınları)
Buralarda tartışılan ve bilimsel kanıtlara dayandırılmaya çalışılan şeyler ben-benlik nedir, beyinde nerededir, bilinç nedir, bilinçsizlik nedir gibi konulardır. İkincisi çok daha yeni bir kitap. Modüler akıl görüşünü savunuyor. Chomsky popüler hale getirdikten sonra daha da yayılan ve daha çok kanıta dayandırılan bu görüş, insan beyninde-aklında “ben” diye bir ayrı merkez olmadığını, “ben”in çok sayıda akıl modülünün ortak çalışması ve birbiriyle rekabeti sonucunda oluşan değişken bir olgu gibi işlediğini öne sürüyor.
“Modül, belli bir işlevi gerçekleştirmek üzere tasarlanmış bilgi işleyen bir mekanizmadır.” Beyindeki bir fizyolojik işlev mekanizması. Yerleri kabaca belli ama sınırları henüz tam gösterilememiş nöron gruplarının evrimce seçilmiş belli otomatik uyum işlerini yapan düzenekleri. Chomsky’nin bahsettiği şey “dil modülü”ydü. Böyle binlerce göreve dönük binlerce modül bulunur ve belli aynı nöronlar muhtemeldir ki farklı farklı modüllerin parçasıdır.
Kitabın Freudculuğu inceleyen kısmından sonraki bölümlerinde bu konulara daha ayrıntılı gireceğiz. Burada sadece Libet ve arkadaşlarının 1991’de yaptıkları bir araştırmadan bahsedelim. (Kurzban) İnsanın beyninde “ben” diyen daha küçük merkez, bir gerçek “ben” var mıdır? Yoksa insan beyni modüllerin ortak-rekabetçi karmaşık çalışmasıyla mı işlemektedir?
Libet’in araştırmasında denekler EEG’ye (beyin dalgalarını kaydeden düzeneğe) bağlandılar. Onlardan istedikleri zaman bileklerini bükme gibi basit hareketler yapmaları istendi. “Libet ve meslektaşları, beyindeki aktivite ile deneklerin bileği hareket ettirme kararını ne kadar farkında olarak verdikleri arasındaki ilişkiyi incelediler.” Deneyde beyin aktivitesinin deneklerin bileklerini hareket ettirme arzularını bildirmelerinden önce geldiğini buldular.
“EEG’den başka çok daha gelişmiş fMRI gibi teknolojileri kullanarak yapılan benzer araştırmalar da benzer etkileri ortaya koymuştur. Libet’in deneyine benzer bir çalışmayı irdeleyen Wired dergisinde geçenlerde şöyle bir başlık gördüm: ‘Beyin tarayıcıları daha siz karar vermeden kararlarınızı görebiliyor.’ Neden şimdi bu haber? Kararın verildiği anı, denek kararı verdiğini bildirmeden önce beyin tarayıcılarının göremeyecek oluşu; ancak şu şekilde mümkün olabilirdi: Karar vermek için gerekli uzun süreci başlatan o ilk modül, bilinçli farkındalıkla ilişkili o az sayıdaki modüllerden biri olsaydı, bu vakada beyin aktivitesi ve karar verme duyusu aynı anda gerçekleşebilirdi. Ne var ki karar verme duyusunun beyin aktivitesinden önce geldiği hiçbir senaryo yoktur.”
Bunun önemi ne? Kaba bakışla “işte, Freud’un bilinç öncesinde bilinçaltı fikrinin doğrulanması” diyen çıkabilir. Karar verip konuşan eğer Freudculuğa göre ego ise, ondan önce bir yer var ki, işi ilk o başlatıyor, ama bu yer “benim” diye konuşan yerden farklı bir yer.
Ancak kabaca bir benzerlik. Kurzban ve başkaları bunu modüler aklı doğrulayan bir deney olarak kabul ediyor, mekanik biçimde yapılmış bir “bilinçaltı” sınıflamasını doğrulamak için değil. “Ben” diyen ve konuşan farklı bir modül var, bir de asıl kararı başlatan farklı farklı modüller... Ve bu kararlar farklı kararlara zorlayan farklı modüllerin çatışması sonucunda galip gelenin üstünlüğü doğrultusunda alınıyor.
Yani siz Freudculuğa inandığınızda son derece gelişmiş ve karmaşık bir bilgisayar işleyişini, çarklar dişlilerle işlev gören ve ancak sınırlı sayıda basit işlemler yapabilen eski tip mekanik bir hesap makinesi şemasıyla açıklamaya çalışıyorsunuz. Alet ve düzen kabaca benziyor, ama işleyiş tamamen farklıdır.
Ara saptamalar: İnsanı insan yapan bilinçli etkinliğidir. Bilim bunu gösteriyor. Üretim, sosyal ilişkiler, hayatta kalma mücadelesi, dil… İnsanı hayvandan farklılaştıran uygarlık bilinçaltıyla gerçekleşmedi bilinçle gerçekleşti. Bilinçdışına bu kadar önem atfetmek onu yüceltmek demek. Uygarlığı, dili, sanatı, bilimi, Freud’u bilinçdışı mı yaptı, bilinç mi? İkisini birbirinden ayırmanın anlamsız bir düalizm olduğunu gördük, ama insanı insan yapan, Freud’u da konuşturan, yazdıran hep bilinçli etkinliklerdi. Bu bakımdan özgürlük ve iyilik de bilinç altında değildir, bilinçtedir; bilinç altının güçlenmesi, özgürleşmesi hayvanlaşmayı ve köleleşmeyi getirir.
Peki entelektüeller olarak aslında olmayan bir şeye neden bu kadar önem yükledik? Çünkü insanlar bile bile işledikleri, farkında olarak ve hatta ince ince planlayarak işledikleri suçları kendi vicdanlarına karşı veya birileri suçladığında başka bir güce, denetleyemedikleri büyük bir güce yüklerler. Bu şeytandır. Freud’un “bilinçaltı” da pek çok entelektüelin, aydının, yazarın, siyasetçinin, sinemacının vb. tümüyle farkında oldukları ve bile isteye gerçekleştirdikleri tüm günahlarını yükleyecekleri güya kontrolleri dışı şeytandı. (Ensest de buna dahildi, yalan, dost satma, çıkarcılık, korkaklık, düşmanla işbirliği, tutarsızlık… her şey.) Suçu ona yüklüyor ve rahatlıyorlardı, yazılarında ondan bahsediyor ve arınıyorlardı, o da olmadı psikanalize giriyor, “günah çıkartıyorlardı.”
Ahmet Öz dostumun Cogito’da yayımlanan söyleşisinde Karatani şunu söylüyor:
“Bununla birlikte, Freudcu psikanalizin bilinç seviyesinde düşünmenin ötesine geçen yeni bir düşünce tipini açığa çıkardığı söylenir. Doktor-hasta ‘diyalog’u
sırasında ortaya çıkan bu düşünce ortak kurallara dayalı simetrik bir diyalog değildir elbette. Hem doktor hem de hasta ‘başkasıdır’. Burada mesele, hakikati
doktorun sözlerinin göstermesi değildir. Mesele hastanın, doktora karşı çıktığında ya da direndiğinde ortaya serilen ‘bilinçdışı’dır. Diğer bir deyişle, burada diyalog bir fikir birliğine varmayı değil, iki kişinin bakış açıları arasındaki ‘paralaks’ı öne çıkarmayı amaçlar.”
Sevgili Ahmet, hasta eğer “normal” bir doktorla konuşsa Karatani ve senin dedikleriniz doğru olabilir. Hekim psikanalist olmasa, yani hastayı önyargılı sorularıyla yönlendirmese ve hastanın söylediklerini yine kendi çarpık dogmasıyla yorumlayıp ona baskı kurmasa doğru olabilir. Sadece o da değil.
Psikanalizin en çok eleştirildiği konulardan biri de sözde saklı “gerçekleri” ortaya çıkaran bu garip seanslardır. Psikanaliz oturumlarında hasta durmadan konuşmak zorundadır. (Konuşmasa da doktorun canına minnettir, ama saat parası işlediğinden her hasta bu hakkını kullanamaz.) Doktorsa sorular sorar, aralarda yorumlarda bulunur. Bilişsel psikoloji araştırmaları şunu iyice ortaya koymuştur ki, insan hafızası kolay unutur, kolay yanılır. Sürekli konuşmak
zorunda olan ve doktorun yönlendirmesiyle bunu belli mecralarda
sürdüren hasta, bazı anılarını gerçeğe uygun anlattığı gibi, daha büyük çoğunluğunu yanlış, hatalı anlatır, hatta elinde olmaksızın uydurur. İşte güvenilirliği son derece şüpheli söz konusu anlatımlar üstüne bir de doktorun o
hurafeye dayanan kuramsal yorumları eklenince giderek terapi saçmalama yarışına döner.
Bilişsel psikolojide “Source-monitoring error” diye bir kavramdan söz edilir. Kaynağı izleme (kaynağı saptama) hatası, diye çevrilebilir. İnsan bir şeyi hatırlarken, neyi gerçekten duymuş, neyi duymamış olduğunu (sonradan düşünüp kafasında uydurduğunu) ayırmakta hataya düşebilen bir canlıdır. Yani hatırladığımızı zannettiğimiz bir şey kulağımızla duyduğumuz, gözümüzle gördüğümüz bir şey değil de, kafamızda canlandığımız hayali bir şey olabilir. Bilişsel psikologların önemli bir kısmı “bastırılmış anılar” denen olguya derin bir kuşkuyla bakarlar. Hatırlanan bazı anılar sapmış veya uydurma anılar olabilir. Ayrıca terapistler “hastalarının kafasına bazı düşünceleri ekebilirler”. (Robert j. Sternberg, Cognitive Psychology, Thomson-Wadsworth, 2006)
İşte OLAYIN ESASI BU: Psikanalistler genelde AKP polisi gibi çalışırlar. Hastanın bilgisayarına, beynine gerçek dışı belge-bilgiler sokarlar ve bunu zabıt altına alırlar.
Freud’un asıl ereği de buydu. Yanlış anladığı, yanlış anlattığı soyut bir bilinçaltı kuramıyla hastalarının kafasına kendi fantastik masallarını yerleştirmek, Oedipus karmaşası gibi saçmalıkları insanlara itiraf ettirmek.
Böylece bilinçaltının şifresini, anahtarını kendi ellerinde tutabiliyordu, insanlığın beyniyle sorumsuzca oynayan bir sektin yetkesini tek başına elde tutmak peygamberlikten öte bir Tanrılık duygusu yaşatıyordu “ego”suna.
Kaan Arslanoğlu
(Devam edecek)