Sözde barışı konuşan insanlığın Paris Komünü’nden 140 yıl sonraki sefilliği

Kayıp Devrimin Öncesinde adlı tefrika roman soL gazetesinde her gün yayımlanmaya devam ediyor. Dünkü bölüm de Türkiye’deki son siyasi haller ve barış süreciyle ilgiliydi. Bakalım bazı akiller televizyonda neler konuşmuşlar:

 

Paris Komününden 140 Yıl Sonra!

Konuşuyorduk onca zamandır, ülke nice zamandır konuşuyordu, kimse ölmesin, bundan sonra evlatlar analarının kucağına hasret gitmesin, bundan sonra analar ağlamasın. Ama bu bir davaysa eğer, haklıysa, şimdi ondan vaz mı geçilecekti? Yine sordum: “Peki onca insan, kırk binden fazla insan boşuna mı öldü?”

Kem küm ettiler, net bir yanıt vermediler, konuyu değiştirdiler, yandan sorular sordular, çamura battılar, batağa yattılar. Önemli olan bundan sonra kötü niyetlilerin kışkırtmalarını önlemekti, bunda ittifak kurdular.

“O takdirde” dedim, “bunlar çekiliyor ama, silahlarıyla birlikte çekiliyor. Niye silahlarıyla birlikte? Niye Kandil’de toplanıyorlar. Orada ne yapacaklar? Orada ne kadar zaman silahlı duracaklar?” Tekiner dedi ki, “Çünkü Suriye’de, Irak’ta, hatta İran’da bu güçlerin silahlı olarak belli yerleri tutması gerekiyor. Oraları boşaltmaması gerekiyor.”

Zevcesizoğlu araya girdi: “Eğer bu güçler, ülke içinde savaşmayı bırakır, ülke dışında savaşmaya devam ederse, tüm bu konuştuklarımız boşa gider.” Onun bu sözü Mehmet Han’ın vicdanını bu kez sinirine basılmış bir diş gibi zıplattı. Ötekiler başka şeyler söylediler ve Zevcesizoğlu’nun sözünü boğdular.

Birden bir fikir yumruğu kalktı zihnimde. Ne zihnimde canım, Mehmet Han’ın beyninde: “İçine sıçayım ben bu dünyanın!” “Ta … … …” ile başlayan hiç alışık olmadığım çok kaba bir küfür ardından geldi. “Paris Komünü yaşananı geçmiş yüz kırk küsur yıl, Ekim devrimi olalı neredeyse yüz yıl, konuştuklarımıza bak! Ne eşitsizlik var bunların içinde, ne sömürü, ne sosyal sınıflar denen şey, ne kapitalizmi konu ettik, ne sosyalizm lafı geçti bir kere, ne adaletsizlikten bahsettik, ne kan emici egemenlerden. Ne emperyalizmi konu ettik, ne dünyanın feci geleceğini. Bu nasıl bir dünya! Bu nasıl sefil bir insanlık!”

Hiddetle döndüm Şahap beye, niye onu seçmiştim, niye adamcağızı gözüme kestirmiştim, en zayıf halka mıydı, en kuvvetlisini o mu görmüştüm, sordum:

“Peki Şahap bey, hükümete yakın kaynaklardan, çok içerden ve sıcak bilgiler verdiniz süreç hakkında. Amerikalı uzmanların görüşü nedir, onların da bazı talimatları vardır kuşkusuz. Onlar ne gibi emirler veriyor, bizi o konularda da aydınlatsanız.” 

“Reklamlara geçmek zorundayız “diyen tiz bir kadın sesi çınladı kulağımda. “Size de aynı soruyu sorabilirim Fatma hanım. Bu sanırım büyük bir proje ve projenin asıl yöneticileri bu konuda sizlere ne gibi…”

“Mehmet bey reklamlara geçiyoruz “ diye patladı aynı ses.

“Bu sorulara kısa bir aranın ardından devam ederiz. Az sonra birlikte olacağız “dedim yarı öfkeli yarı şaşkın.

Ben neler soruyordum öyle!

Reklam girdi, programa ara verildi. Afallamış durumdaydım, konuklarsa morarmış. Yine de hınzır bir espri yapılmış gibi gülmeye çalışıyordu birkaçı. Öyle kendimden geçmişim ki bu birkaçının hangi birkaçı olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki hepsiydi, belki hiçbiri.

“İşin o tarafını kurcalarsak benim de söyleyeceklerim var. Ama tartışma sarpa sarar” dedi Cemalletin bey.

“Hangi tarafını?” diye sordum.

“Yani dış müdahale, yabancı etkiler falan safsatası.”

“Ne tasfasası canım” dedim daha da öfkelenerek, dilim bile dolanmaya başlamıştı. “Bana biraz izin verin, rejiye uğrayıp döneyim.”

Hızla stüdyodan çıktım, Fatma hanım arkamdan bakıyordu, anlamaya çalışan gözlerle.

“Ne oldu, Merve?” dedim, “neden bağırıyordun öyle?”

“Reklam arası için Mehmet bey.. Bir de sizi uyarmak istedim…”

“Ne konuda uyarmak istedin?”

“Yani şey için… Tartışmanın akışıyla belki sonradan yanlış bulacağınız bir yere kayabilirdi konu. Ben görevimi yaptım.  Siz demiyor muydunuz bize, ola ki ben de bazen sapıtabilirim, araya girin falan diye?”

“Sapıtmış mıydım?”

“Hayır estağfurullah. Ben sadece sizin bana verdiğiniz görevi yaptım.”

“Yok canım, rica ederim. Hemen savunmaya geçme öyle. Sen doğrusunu yaptın. Çok gereksiz bir soruydu, doğru. Sen doğrusunu yaptın. Ne Amerikalıları, ne uzmanları, ne anlamı var şimdi bunların, olur mu öyle şey!”

Sessizlik oldu. Merve rahatlamıştı, ama ben… Hayır. Sıkıntım iyice artıyordu. Sessizliği fark ettim. Rejide kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ben ayakta, onlarsa, ikisi karşımda, biri oturmuş, öyle bakıyorduk birbirimize. Telefona takıldı gözüm. Benimki cebimdeydi, ama kapalıydı. Fakat bu telefon. Her an çalabilirdi. Korku filmlerindeki, gerilim filmlerindeki patlamak üzere olan bombaya benziyordu cihaz. Her an beni arayabilirlerdi. Şu saniye zili çalabilirdi. Çalması demek genel yayın yönetmeninin veya patronun araması demekti. Çalacaktı… Çalmak üzereydi... Bekleyemedim.

“Ben toparlarım” dedim.

Koridorda düşündüm, derin derin nefes aldım. Bir yandan kulağım arkada, telefondan gelecek sesteydi. Ama çalmadı. Bekledim. Çalmadı. Bana güveniyorlardı. Durumu kurtarabilirdim. Zararın neresinden dönülürse kârdır.

Girdim içeri . Biraz rahatlamış bir yüzle gülümsedim konuklara. Onlar da tekrar yerlerinde toparlandılar, hazırlandılar. Yayın yeniden başladı.   

“Zorunlu bir reklam arasından sonra programa kaldığımız yerden devam ediyoruz. Biliyorsunuz, RTÜK para kazanmamızı reklamlarla mecburi hale getiriyor” Espri dahi yapabiliyordum, kendime dönmüştüm bakın. Konuklar da gülümsediler nitekim. “Evet, Fatma hanım, Tekiner, sana da aynı soruyu yönelteceğim, tam bıraktığımız yerden. Sizin dış çevrelerle de temaslarınız var. Elçiliklerden, dışişlerinden ve tabii yabancı gazetecilerden. Hava nasıl? Onlardaki hava nasıl? Siyaset uzmanları ne diyor bir de? Yabancı siyaset uzmanları. Gelişmelere umutlu mu bakıyorlar, yoksa bazı kuşkuları var mı?”

Oh, iyi toparlamıştım, toparlamıştı… Burada daha fazla kalamazdım. Bu bilinçten beni “büyük dönüşümün”, “tarihi sıçramanın” gizine götürecek bir ipucu, bir işaret çıkmazdı. Adamı daha fazla zora sokmadan, yeni bir krize yol açmadan derhal bu kafatasını terk etmeliydim.

Zor olmadı. Sıkıştığım dar bir fıçıdan kurtulur gibi, tıpkı Mehmet Han’ın çocukluğundaki bir anıdan anımsadığım gibi biraz ıkındım, sıkındım, fırladım.

“Ohh!! Evren varmış!” dedim. 

Kayıp Devrimin Öncesinde

Tefrika Roman – Kaan Arslanoğlu

soL Gazetesi – 16.4.2013

Facebook
yorumlar ... ( 1 )
17-04-2013
19-04-2013 00:09 (1)
Akıl tutulması böyle bir şey mi?Kim barış istemez?Ama bu ilk okul çocuklarının barışı mı?Neden "küsüldü",neden barışılıyor?Nasıl bir barış bu?"Akil adamlar" bunu biliyor mu?Bilmiyorlar!Ama "akiller"!Kürt halkına etnik ve insani haklar veriliyor da,bu gizleniyor mu? "ne sömürü,ne sosyal sınıflar denen şey,ne kapitalizmi konu ettik...ne adaletsizlikten bahsettik,ne kan emici egemenlerden.Ne emperyalizmi konu ettik..."Bu topraklarda TARİH hala böyle yazılıyor!Yalan ve entrikalarla.Gürsel Erkılınç
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211518
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.