"Şimdi Küçük Konser..."

Radyo, hayatımıza “kaliteli” müziği sokmuştu. Ellerimiz kir içindeyken bir işbaşında, mutfakta lavabonun başında bulaşıkları yıkarken, dışarının bütün uğultusunu onun sesiyle bastırıp kitap okumaya dalmışken radyodan yayılan klasik, caz, Yurttan Sesler Korusu, TRT Çoksesli Korosu,  türkü uyarlamaları, Klasik Türk Müziği Korosu, şimdi hafif müzik anonsunu izleyen, şimdi küçük konser anonsu... Bütün bu seslere ulaşmak için ütülü pantolonlarınız, kravatınız, maaşınızın ucundan berisinden  ayırdığınız konser giderlerine gerek yoktu. O kaliteli müzik, o anonslarla gelir sizi hayatınızın en sıradan anında bulurdu. Batı klasik müziği olsun, klasik Türk müziği olsun, zamanında yurdun dört bir yanı köy köy gezilerek oluşturulmuş derleme arşivinden radyo eğitiminden geçmiş seslerin yorumuyla okunan türkülerimiz olsun hepsi dolardı odamıza. Ne zaman çıktılar hayatımızdan o sesler? Tuhaftır ama radyo sayısı binleri bulmaya başlayınca. Binlerce radyo bütün “özgürlüklerini” kullanarak hayatımızdan silip attılar kaliteli müziği... O müziğe ulaşmak için aramamız gerekiyor artık... İnternet radyoları yetişti bu arada. Orası ise bambaşka bir mecra oldu. Ellerinde cep veya akıllı birtakım aletler, kulaklarında garip tıkaçlar müzik dinlediğini sananlar çoğaldı.

 

Garip bir uğultu odamızdan, mutfağımızdan çekilip aldı o sesleri sonuçta ama yine de anonsların yankısı kaldı. İşte o anonslardan biridir: Şimdi küçük konser... ya da bitiminde “Küçük konser dinlediniz” anonsu...

 

Çağdaş klasik müzik

 

Binlerce radyoyu hayatımıza sokan “gürültü” boşuna çıkmıyordu elbet. Hayatın ritmi hızlanıyor, akorlu, akortlu güzelim sesler, atonal bir hal alıyor, kaosun kendisi müzik oluyordu. Caz epeydir bunun farkındaydı, kendisini hemen ortaya koyacak “doğaçlama” ve refleksi genlerinde taşıyordu ama klasik müzik öyle miydi ya? Bizim klasiğimiz önce çoksesli diye adlandırılan ama çok sazdan başka bir şeyin ortalarda gözükmediği çağdaş (ya da çoksesli) sanat müziğine dönüştü. Bu dönüşümün o kadar kolay yaşanmasının nedeninde Turgut Özal'ın, “Tak Semra teyibe bir kaset” dedikten sonra çalan müziğin etkisi vardı. Klasik sanat müziğimiz “hafif”le buluşmalıydı. Buluştu da ama tıpkı hayatımız gibi o buluşma bir sentez değil bir yamaydı.

 

Klasik Batı müziği de kendi seyrini izliyordu bambaşka yollardan ama benzer nedenlerle. Yeni iyimser olumsallık Batı sanat merkezlerini, üniversite kürsülerinden çıkarak etkisi altına almış, insanlığın çokkültürlülüğü, dünyanın sınıfsız ve sömürgecilik sonrasına vardığı düşleri içinde aradığı müzik elbette Wagner'in, Bethooven'ının, “meta-büyük” müziği değil; küçük, kaotik, sıradan ama dışarıdan seslerdi. “Çağdaş klasik” müzik bu hızlı devrimin peşinde “atonal” , düzensiz ve akortsuzdu artık.

 

Hep bir arayış değil miydi zaten sanat? Hep bir arayıştı ama bu arayışı tetikleyen, biçimlendiren bir hayat ve bu hayatı biçimlendiren de insani ve toplumsal çelişkiler de vardı.

 

Mi Bemol

 

Nurduran Duman yeni şiir kitabı Mi Bemol'de bizi “çağdaş klasik Batı müziği” repertuarından oluşan bir oda müziği dinletisine (ve okumasına) davet ediyordu. Mi, Bemol ve Es adlı üç bölümden oluşan kitapta, teklikten ikiliklere, ikilemlere, ikiye, iki kişiye, iki kişiden diyaloğa, bu diyalog yaşanırken içsel konuşmaya (monoloğa), buradan sese, gürültüye, bu gürültüyle harflerin sözcükteki yerini terk etmesiyle ortaya çıkan anlamsızlığa, atonal sese, akortsuzluğa hayatın içinden, kendi içinden sorduğu soruları okuyorduk. (Ve dinliyorduk.) Yani bu kaotik tablo karşısında dünyayla diyaloğuna tanıklık ediyorduk. Bu diyalog aynı zamandan onun bu kaosa getirdiği eleştirinin, karşı duruş isteminin ifadesiydi. Eleştiriyor ve karşı duruyor ama nasıl “mi-bemol” mi notasının bir ton pesten çalınacağının notasyondaki imiyse kitaptaki şiirlerde Duman'ın hayat karşısında haykırışını ve isyanını bir ton pesten dile getirmiş, söylemiş şiirler olduğunu saptayabiliriz. Bağırmıyor Duman, susmuyor da.

 

“Sokağa karıştım kökünden sökük

goncayım artık.

(...)

geri çekilmiş özlemlerle biraz boşluğum, bir çok ayrılık.” (s. 13)

İsyan etmek için sokağa çıkacaksınız bu ülkede aynı zamanda “terk etme”yi de öğrenmiş olmanız gerekir. İsyanla buluşmak için terk etmek diyalektiği... İşte Duman, terk etmenin yarattığı özlemi sokağa karışsa da içinden atamamış olmanın duygusuyla yazıyor şiirlerini. Buradaki “bir çok” nitelemenin ayrı yazılması da bu yüzdendir. Özlemlerinin boşluğuyla birden çok ayrılık yaşamıştır ama bu ayrılıklar aynı zamanda onda “bir çokayrılık” duygusu da yaratmıştır. Çokayrılık (çokkültürlü, çokuluslu, çokboyutlu vb.) yazıldığında artık birçok gibi bir miktar belirteci değil bir nitelik belirtecidir. Nurduran Duman, binlerce ayrılığın onu başka bir nitelikle buluşturmasını umuyor ama bu umudu isyanla buluşturamamanın da yarattığı insani durumu anlatıyor bize. Eşiktedir o çünkü şiir “kalın bir ev içi ser üstüme” dizesiyle bitecektir. Dilimizin ayrı ve bileşik yazılan sözcüklerinin ayrı ve bileşik yazıldıklarında farklı anlamlar oluşturmasından yararlanıyordu: “Gülsün güne bakanlar” (s.19) diye yazacaktır. “Günebakanları” diye yazdığınızda ayrı bir şeyi söylüyorsunuzdur, “güne bakan” olarak yazığınızda da ayrı. Söztaşı, hayalçalar, yaşçayır da başka örnekler olarak anılabilir. Yine kalp ve ateş (alaz) sözcükleri de sürekli birbirleriyle karşılanıyor. (s. 16, s. 17) Ağız ve konuşmak sözcükleri (s. 23, s. 24), anne ve ülke kavramları da birbiriyle birlikte ya da birbirlerinin yerine çok sık kullanıyor..

 

“Özlemek yeri mırıldanmalar” (s. 23) diyecektir ya da “kendim okşuyorum kalbimi” (s. 21) dizeleriyle yukarıdaki diyaloglardan monoloğa doğru geçiyordu Duman.

 

“yayıldığım hava dar, mekân kopuk

elimi daldırıp sol yanıma: yaram açık

kendim okşuyorum kalbimi

temiz kan içeri, kan dışarı, s. 20) ya da “yalın ağız konuşuyorum.” (s. 29)

 

Çelişkiye tarih gerek

 

Dışarıyla (diyalog) içerisi (monolog) arasında kalmış, sokakla (isyan), geride bıraktıkların (özlem) arasında kalmış insanın yakıcı çelişkisine bakmak ve onun dili olmaksa dert o zaman elbette bu ikilem arasında sözcüklerin ritmi bozulur, harfler yerinde duramaz. (s. 18, s. 21) Belki de onu eşikte tutan bu bozuk ritme, akortsuz seslerine hayatın katılmak karşındaki korkudur. İçten içe özleme (içe) doğru dönmek isteği “saf” müziğe; tutarlı ve bütünlüklü olana duyulan aşktır da aynı zamanda.

 

“duvarda asılı dedemin gözleri yaşçayır”

imbikten çekilmiş üç kuyu dedemin gözleri

değirmen taşından boşanmış üç akbuğday. (s. 28)

 

Kopulacak olan tutuyor ellerinden şairi. İçerinin o temiz, saf ve büyük sesi çekiyor onu kendine ama dışarıda atonal, gürültülü, bir o kadar da görkemli akış var. Onun müziğini de duyuyor. Peki baştan beri anlatmaya çalıştığım bu eşikte olma hali, bu ikircim, bu şaire göre sanki sonsuza kadar sürecek çelişkiyi bir türlü aşamamın nedeni nedir sorusunu sorarsak benim yanıtım tarihsizlik olacaktır.

 

Nurduran Duman bu aşılamazlık ve eşikte kalmak duygusunun tarihsiz kalmaktan kaynakladığını sezmiş ve “ten tarih tutar” (s. 15) tutar diyerek bir not düşmüş. Ancak bir not olarak kalmış. Bu yüzden de ısrarla üzerinde durduğu insani çelişkimizin, dünya ve ülke “tarihi”nin her gün bir tartışma ve hesaplaşma alanına çevrildiği hayatımızda temel çelişki olarak kalıcılaştığını anlatmak amacı gölgelenmiş. Tıpkı radyoların çoğalmasıyla iyi müzik hayatımızdan nasıl çekildiyse, durmadan “tarihle hesaplaşıldığı bir dünyada” tarihsiz kalmamız gibi. İnsanın durmadan birbirine rağmen bir tarih yaratmaya çalışması onun gittikçe tarihsizleşmesine yol açmış durumda.

 

Onun için de Nurduran Duman'ın bireyi eşikte kalıyor. O eşikteki o ikircimli halimize bakıyor ve bunun şiirini yazıyor. Bize çağdaş klasik bir Batı müziği konseri veriyor. Sesliler ve üflemeliler bir ton pesten çalıyor, dışarıda teklifsiz bir incir ormanı büyüyor (s. 39) es (s. 55) bir falcı falımıza bakıyor. Sahnede bir bir kalp atıyor duyuyoruz. Yalnız ve özleyen bir şairin kalbi.

 

Nihat Ateş

nihat.ates@gmail.com

 

 

 

 

 

 

Facebook
yorumlar ... ( 3 )
25-04-2013
27-04-2013 16:44 (1)
Nihat Ateş yazdığı ıslıkta sapla samanı karıştırıyor. Türkiye cumhuriyetinde her yerde, her dinsel ve etnik kökenin ret etmediği içki ayrandır. Bu anlamda ayran milli içkimizdir. Kımız Türkiye cumhuriyetinde çok az içilen içki türüdür. Etnik olarak yaklaşsanız dahi Türkiye’deki Türk kökenliler kımız çok az içerler.
27-04-2013 21:41 (2)
Bazı insanlara neden hiç mizah, ironi duygusu vermedin yüce Rabbim. Hıdır Taflan
28-04-2013 09:45 (3)
Kısmen haklısınız..
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211516
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.