Sovyetler Birliği’nin dinle imtihanı
Moskova Kızıl Meydan’daki Aziz Vasili Kilisesi sosyalist rejim için ciddi bir sorundu. Düşünsenize, “Komünist İhtilal”in simgesel meydanının baş köşesinde her kubbesinde bir haçla görkemli bir katedral durup duruyordu. Parti ve devletin iftiharla düzenlediği törenler bir türlü kilise gölgesinden kurtarılamıyordu.
Stalin kilisenin “Kızıl Meydan”dan temizlenmesi için elinden ne geliyorsa yaptı. Ama o büyük diktatör bile başaramadı bunu. En başta tarihi yapıttır, kültür zenginliğidir diye direten mimarlar karşı çıktı yeni Kızıl Meydan planlarına. Direnenlerin bir kısmı malum yerlere sürüldü, 1937’de haçlar söküldü, 1939’da kapılara mühür vuruldu, ama nafile.
Sistem çöktü, fakat Aziz Vasili ayakta, din ayakta Rusya’da. Sovyetler Birliği’nde devletin dine savaş açması doğru muydu? O zaman yaşasam ve dönemin bilgi düzeyiyle hareket etsem, din dışı bir kişilik olarak büyük ihtimal Stalin’i desteklerdim. Bu bir deneydi, deneyimdi, başarılamadı. Doğayla aşık atmaya kalkarsan aşık kemiğini kırarlar, atarlar seni bir kenara.
Bu yazı dizisinde birçok şeyin yanı sıra devletin dinle savaşı doğru muydu, yanlış mıydı, onu da tartışacağız.
Hemen söyleyeyim. Laiklikten yanayım. Devletin dine dayanmasına, bir din veya mezhebi desteklemesine tümüyle karşıyım. Bu artık, “sigara içmek sağlığa zararlıdır” anlayışı kadar evrensel bir insanlık değeri kabul edilmeli.
Ne ki, devletin dine savaş açması da laiklik karşıtı, yanlış ve tehlikeli bir uygulamadır. İncelememizde ayrıntılarıyla göreceğiz, laik düşüncedekilerin büyük çoğunluğu din gerçeğine bilimsel yaklaşmıyorlar. Dogmalarla, ideolojiyle yaklaşıyorlar. Onlar da kendi ideolojilerinin dinine mensuplar. Dolayısıyla iktidardaki sosyalistlerin dine karşı savaşı bir dinin başka bir dinle savaşı anlamına gelir ki, laiklik karşıtı bir tutumdur.
Din bizim evrimsel biyolojik gerçeğimizdir. Dünyada dinsel düşünmeyen, dine benzer kalıplarla düşünmeyen neredeyse hiçbir insan yoktur, olmamıştır. Varsa da bunlar son derece ayrıksı örneklerdir.
Dinsel düşüncenin (her boyutuyla) fayda sağladığı kadar zarar verdiği de ayrı bir gerçek. Ama, hangisi baskındır, tartışmaya gerek yok. Evrim, dinselliğin insana yararının ağır bastığına karar vermiş ki, onu seçmiş. O halde bilim insanına veya ilerici siyasetçiye düşen şey, bu evrensel ve önüne geçilemeyecek kalıbın zararlarını azaltacak, faydalarını artıracak dikkatli müdahalelerde bulunmak. Bu laiklik karşıtı bir tutum olmayacağı gibi, insan doğasına uygun akılcı bir tutumdur. İnsanların içindeki tüm iyiye dönük dinleri kendi yanınıza çekmeye çalışacaksınız. Dine karşı baskıcı ve küçümseyici tavırlar insanı tümden karşıya alma sonucu getirir ki, kendi ayağını kurşunlamaktır.
Din nedir, ne kadar yaygındır?
Amerikalılar arasında dinsel inançlara ilişkin 2009 tarihli Harris anketine katılanların %82’sinin Tanrıya, %94’ünün ruhlara, %97’sinin ruh göçüne inandığı saptandı. (1)
Oxford University Press’in Dünya Hıristiyanlık Ansiklopedisi’ne göre dünya nüfusunun %84’ü belirli bir kurumsal dine bağlıdır. (1)
Buna karşın birkaç ülkede yapılan anketlerin üçte bir civarında ateist bulunduğunu göstermesi sizi yanıltmasın. Hani, bu ülkelere bakarak kısa veya orta vadede dinselliğin azalacağı yönünde bir umut doğarsa içinizde, iki yüz yıldır yanıldığınız gibi yine yanılırsınız. Anketlerde “ateistim” diyenlerin önemli bir bölümü gerçekte din dışı kalamıyor. Siz de günlük yaşamda birçok ateistle, agnostikle karşılaşmışsınızdır. Bunlardan bir kısmı ruhlara, ruh göçüne inanırlar. Bir bölümü ölüleriyle konuşurlar, onların kendilerini izleyebileceğini düşünürler. Onlara mesaj gönderirler gizli gizli. Zor zamanlarında bir şeylerden, doğaüstü manevi güçlerden yardım beklerler, hatta dua ederler. Ayrıca yaşamının bir döneminde Tanrıya inanmayan kişi (daha çok ileri yaşlarda görüldüğü üzere) yaşamının başka döneminde ona inanabilir. Başka deyişle anketler tam gerçeği yansıtmaz. Dinsel inanış anketlerin gösterdiğinden daha yaygındır.
Doğaüstü güçlere inanmak, onların varlığıyla ilgili fanteziler üretmek, parapsikolojik süreçlere kafa yormak, altıncı hissin, telepatinin varlığına göndermeler yapmak, uğurla ilgili davranışlar göstermek, büyüden korkmak, tahtaya vurmak, sağ ayakla kapıdan çıkmak, bir şey dilemek… vb… bunların hepsi dinsel süreçlerdir.
Din siyasette “ulus” ile birlikte en çok kullanılan temadır. Laik, “hatta ateist” yapıda siyasi örgütlenmeler dahi dinsel kalıplar üstünde şekillenir bunu bilmeseler de. Futbol taraftarlığı… Keza bir tür dinsel birliktelik, düşünme ve davranış biçimidir…
Zaten insan türünde din, ilerde göreceğimiz gibi Tanrı inancıyla başlamamıştı. Ondan öncesi ruhlara ve doğaüstü açıklanamaz güçlere inanç başlamıştı. Bunun da atası insanın algı ve bilişim kalıplarının var olmayana açıklığı, var olmayana da var olanlar kadar (hatta bazen onun ötesinde) değer biçmesini getiren biyolojik-nörolojik evrimsel süreçlerdi. İnsanın dinle yatıp kalkması, dine açıklığı “uygar” kültürden önceki, hatta homo sapiens sapiensten önceki atalarımızla başlamıştı.
“Batıl inanış ve davranışlar sebep ve sonucun yanlış idrakinden kaynaklanmaktadır ki, psikoloji ve popüler kültürü hayli ilgilendirmiştir. Biz doğal seçilim açısından batıl inançların durumunu ortaya koymak için basit bir model geliştirdik. Doğal seçilim sık rastlanan küçük hatalara, eğer bunlar ara sıra büyük yararlar sağlıyorsa imkan tanıyabilir. Modellememiz doğal seçilimin neden sonuç ilişkilerinde daha çok düşükten orta dereceye kadar bağlantıyı desteklediğini gösterdi. Modeli çoklu olayları içerecek şekilde genişlettiğimizde doğal seçilimin neden sonuç bağlantısını hiç göstermeyen stratejileri de desteklediği ortaya çıkar. Sonuç olarak batıl davranışlarımız tüm organizmalara özgü bir uyumsallık sonucudur ve bu organizmalara biz de dahiliz. (2) (Kevin R. Foster , Hanna Kokko, The evolution of superstitious and superstition-like behaviour)
Açıklayalım: İncelediğimiz çok sayıda kaynakta bunun birçok karmaşık örnekleri ayrıntılandırılıyor, ama ben öğrenme kolaylığı açısından olabildiğince basit bir örnek vereyim. Diyelim ki ormanda av peşinde dolaşan bir grup İlkel atamız bir çalının yanından geçerken garip bir hışırtı duyuyor. Bu hışırtı rüzgara bağlı değilse bir tavşandan çıkabilir, bir aslandan çıkabilir veya orada pusu kurmuş düşman bir kabile savaşçısından çıkabilir. Ama diyelim ki hışırtının kötü ruhların bir işareti olduğuna inanan atalarımız kaçmayı yeğliyor. Aptalca bir davranış değil mi! Büyük olasılıkla arkadaki bir tavşandı veya hissedemedikleri bir rüzgardı sesin nedeni. Yollarını uzattılar veya avdan oldular. Fakat az bir ihtimal aslansa veya bu bir pusuysa canlarını kurtardılar. Evrimci düşünceye göre, bize aptalca gelen bazı yanılgı düzenekleri türün yaşamda kalmasını sağlıyorsa, bir dizi olaylar sonucunda bu yanılgı “doğal seçilimde” o birey veya tür için bir üstünlüktür.
Yabani hayvanlara ne kadar dostça yaklaşsak, yiyecek uzatsak bize iyice alışmadıkları takdirde kaçarlar. “Ne aptal hayvan, ne var kaçacak!” diye düşünürüz. Oysa evrimin seçtiği o dürtü, o türün yaşamda kalmasını sağlayan şeydir.
“Din olgusu tamamen kendine özgü, ayrıksı bir olgu mu? Yani açarsak, dinsel davranışlar, ritüeller, düşünce kalıpları yaşamın başka alanlarındaki davranış, düşünce kalıplarından tamamen farklı, bağımsız olgular mı? Örneğin dinsel ahlakla dinsel gözükmeyen ahlak arasında kesin çizgiler mi var? Burada gözden geçirilen çalışma modelleri bunu göstermedi. Dinsel bağlamda geçen çoğu kalıp başka alanlarda da işleyebilmekteydi. (Lawson&McCauley 1990). Bu bakışla birçok dinsel düşünce ve davranışı açıklayan saptamalar, kültürün başka alanlarındaki düşünce ve davranışlarını da açıklayabilir. (Saler 1993).” (3) (Pascal Boyer, Brian Bergstrom, Evolutionary Perspectives on Religion)
“Din en eski çağlardan beri var mıdır? Eğer din doğal seçilimin yönlendirdiği bir olguysa, onunla ilgili bazı davranışların çok eski çağlardan beri evrensel olarak görülmesi gerekir. Arkeolojik kayıtlar, paleolitik çağdan bu yana -bir gereklilikle açıklanamayacak tarzda-cenazelerin defin işlemleriyle ilgili birtakım bulguları, hayali yaratık çizimlerini vb. işaret ediyor. Dinselliği kuran zaten bu gibi davranış ve kavramlar değil midir?” (3) (Aynı eserden)
Dinsel inanç ve uygulamalar son kertede yaygındır. Bunlar avcı-toplayıcılarda evrenseldi (tüm bölgelerde vardı) ve tüm modern toplumlarda da ortaya çıktı. Arkeologlar buna ilişkin kalıtları Homo sapiens sapiensten önceki atalarımızda da buldu. (4) Joseph Bulbilia (The cognitive and evolutionary psychology of religion)
Sadece batıl inançların, uğur, büyü ve benzeri takıntıların değil, insanların belli düşüncelerdeki saplantılarının da dinsel inanç benzeri olduğunu, aynı bilişsel düzeneklerden kaynaklandığını tahmin etmek zor değil. Bütün ideolojilere, “izm”lere kör bağlılık din kapsamına girer. Bence başlangıçta bilimsel bir sosyolojik-iktisadi disiplin olarak ortaya çıkmış Marksizm de kısa zamanda dine dönüşmüştür örneğin. Ya “ütopya” kavramına ne demeli? Dinin ateistçesidir. Tüm irili ufaklı, evrensel, yerel, süre giden veya gündelik sabit kanaatlerin ardında (olumlu veya olumsuz anlamda düşünmemek gerek, çünkü bu bir doğallıktır) insanın her konuda bir anlayış oluşturmaya programlı bilişsel düzeneği vardır.
“Önce inançlar oluşur, bunu inançlara dönük açıklamalar izler. Gerçekliğe ilişkin algılarımızın savunduğumuz inançlara bağlı olduğu bu süreci inanca bağlı gerçekçilik olarak adlandırıyorum. Gerçeklik insan zihninden bağımsız olarak vardır; ama buna ilişkin anlayışımız belirli bir zamanda savunduğumuz inançlara bağlıdır…
Beyin bir inanç motorudur. Duyular aracılığıyla beyne akan duyusal veriler doğal olarak kalıplar aramaya ve ardından bulduğu kalıplara anlam katmaya başlar. İlk sürece hem anlamlı hem anlamsız verilerde anlamlı kalıplar bulma eğilimi anlamında kalıpsal yaklaşım diyorum. İkinci sürece ise kalıplara anlam, amaç ve özne katma eğilimi anlamında öznesel yaklaşım diyorum. Bundan kaçınamayız. Beynimiz dünyamızdaki noktaları birbirine bağlama ve böylece şeylerin niçin oluştuğunu açıklayan anlamlı kalıplara dönüştürme yönünde bir evrim geçirmiştir. Bu anlamlı kalıplar inançlar haline gelir ve inançlar da gerçeklik anlayışımızı şekillendirir.” Michael Shermer (1)
Bunun kısa Türkçesi şudur: Bir şeylerin sebepsiz oluştuğunu düşünmektense, havada bırakmaktansa, saçma da olsa bir sebep bul ve buna inan. Bireyin ve türün yaşamda kalabilmesi için böyle bir akıl düzeneği seçilmiştir evrimce.
Bir “Tanrı Modülü” veya “Tanrı Geni” mi var bizde?
Şimdi konuyu yavaş yavaş derinleştirebiliriz.
Ünlü evrim psikologlarından Steven Pinker bir konuşmasına bu soruyu sorarak başlar:
“Bir Tanrı modülümüz var mı? Veya Tanrı genimiz? Sizin de dikkatinizi çekmiş olabilecek iddialara gönderme yapıyorum. Timemagazine veya LosAngeles Times gibi yayınlara kapak olan iddiaları inceleyeceğiz bu akşamki konuşmamızda. (5) (Steven Pinker, The EvolutionaryPsychology of Religion)
Pinker dinselliğin evrim sonucu ortaya çıkan bir zihin ürünü olduğunu en önde savunanlardandır, ama o da bu ürünün "uyum" ürünü mü, yan ürün mü olduğu sorusunu yineler. Arada ne fark vardır? İnsan kanından örnek verir. Kan niye kırmızıdır? Kanın kırmızı olması eğer doğal seçilimde kanı farklı renkte olanlara göre bir üstünlük sağlıyorsa, bu olgu adaptasyon "uyum" sonucudur denir. Ama kanın kırmızı olmasının doğal seçilimde herhangi bir yararı veya zararı gösterilememiştir. Kırmızılık kanda oksijen taşıyan hemoglobinin verdiği bir renktir. Ne yararlı ne zararlıdır onun rengi doğal seçilimde bir üstünlük sağlama açısından O halde ona “by product”- yan ürün diyebiliriz.
Pinker evrimin mantığını açıklamak için yılandan korkma davranışını örnek verir. Yaşamında hiç yılan görmemiş maymunlar, kafeslerine yılan benzeri bir şey bırakıldığında korkmaktadır. Bu korku muhtemeldir ki onların zehirli yılanlardan uzak durmalarına ve dolayısıyla hayatta kalmalarına yol açan seçilim baskısının sonudur. Bu bir uyumsal evrim ürünüdür.
Keza şeker-tatlı tutkumuz da bizim ilk atalarımızın hayatta kalmasını sağlayan depolayıcı bir doğal seçilim baskısının sonucudur. Geçmişte gıda azdı, şeker iyice azdı, beden bulduğu yiyeceği oburca yemeye ve onu depolamaya programlanmıştı. Dolayısıyla seçilimde bu özellik yaşamda kalmak için bir üstünlük sağlıyordu. Dolayısıyla şeker-tatlı sevmemiz uyumsal bir evrim ürünüydü. (Ama bu günkü dünyada bolca bulabildiğimiz şekerli gıdalar ortamında şeker tutkumuz giderek yaygınlaşan şişmanlığa yol açmakta, ciddi sorun oluşturmakta.)
Ama Pinker'e göre mizah duygumuz veya müzik, bize doğal seçilimde bir avantaj-üstünlük sağlamaz. Din de böyledir. Evrimsel aklın bir yan ürünüdür Pinker'e göre din. (5) (Yan ürün görüşüne katılmıyorum, ilerde tartışacağız.)
Herhangi biri eğer dinin evrimsel psikolojisine merak duyuyorsa Pascal Boyer'in "Religion Explained" ve Scot Atran'ın "In Gods We Trust"ından hoşlanabilir. Sağlık, sevgi ve başarı için Hamer'in "The God Gene" i de böyledir. Bunların hepsini bir araya getirin, en derin arzularımızı gerçekleştirmek için ruhların gizemli dünyasına girin. Sonuç olarak evrim psikologları dinin bir evrim ürünü olduğunda fikir birliği içindedirler. Ama doğal seçilimle türe ve bireye avantaj sağladığı için türün özelliliği haline gelmiş bir uyum ürünü mü (adaptif mi) yoksa adaptif olarak ortaya çıkmış bir organın-işlevin başka işte kullanılan (yarar sağlayan veya zarar getiren veya yüksüz olan) ikincil ürünü mü (by-product mı), tartışma buradadır. Steven Pinker (5)
Bu kavramlara dikkat, çünkü ilerde hep bunlardan söz edilecek. Yine açıp kaba bir örnek verirsek ikisi arasındaki fark şudur.
Diyelim bir su kuşu dipten solucan bulmaya yarayan uzun gagası olduğu için doğal seçilimle dünya türler havuzunda kaldı ve bu uzun gaga o kuşun türsel özelliği. Ona bir avantaj sağlayan uyum ürünü gagaya sahip. Ama o gaganın seçilimde, o türün yaşamasında veya üremesinde bir rolü bulunmayan işlevleri de olabilir. Örneğin birbirleriyle gagalarını vurarak uzaktan iletişime giriyor olabilirler (olumlu bir işlev, ama seçilimde avantaj sağlamayan ikincil işlev, başka türlü bir gagayla da iletişim kurabilirlerdi, başka kuşlarda olduğu gibi) veya o gagayla birbirleriyle kavga ediyorlar (bir ölçüde olumsuz işlev, ama türü ortadan kaldıracak kadar zararlı değil); işte gaganın bu iki kullanım şekline by product - yan ürün diyebiliriz.
İLK BÖLÜM GENEL DİPNOTU: (Felsefenin Sefaleti) Değerli okurlar, bu okuduklarınız “boru” değil, kuram. Basbayağı siyasete, kültüre, günlük yaşama yön verecek kuram. Evrim’den bahsediyoruz, Marx’ı temelden eleştiriyoruz, Freud’un defterini dürüyoruz, sağlık alanındaki paradigmaları anlatıyoruz, sanatta edebiyattaki sefaletin nedenlerini irdeliyoruz… Bazı okurlar bunları ne olarak okuyorlar ki, çerez mi bunlar, eğlencelik mi? Büyük bir çoğunluk okumuyor, bir kısmı başlığa bakıp, “Ha o mu, saçmalamıştır yine” diyor. Sonra bütün bunları yazmamışız gibi bazı insanlar çıkıp, “Türkiye’de kuram yok, ne okuyalım ki, neyi izleyelim, belki yurt dışında bir şeyler vardır…” diyorlar.
Kafalara format atmak gerekiyor. Virüs girmiş bir bilgisayara yapıldığı gibi. Kesinlikle bu gerekiyor. “Standart Toplumsal Bilim Modeli” ile iki yüz yıldır kafası ütülenen çok geniş bir kesim belli ünlü düşünürlerin virüs etkisinde. Liberal ve sol kesimlerin büyük bölümü artık hiçbir işe yaramaz hale gelmiş bu standart toplumsal bilim modeliyle insanı ve toplumu anlamaya çalışıyor ve tabii hiçbir şey anlamıyor.
Marx’dan başlayın, Althusseri, Badiouyu, Derridayı, Benjamini, Zizek’i okuyup okuyup ne elde ettik, ne ettiniz? Ömrüm bunları okumakla geçti, siz de okuyun, tutan yok. Fakat entelektüel alemdeki tüm bu çürümeyi bunları okuyanlar yaratmıyor mu? Bunları okuyanlar değil mi kapitalizmi, emperyalizmi batıda ve burada ilmek ilmek örenler. Bunlar değil mi Marksizmi burjuva siyaseti haline getiren.
Marx başlangıçta ilericiydi, ne hale geldi son 70-80 yılda farkında değil misiniz? Onu izleyenler bu kadar biliyorlarsa her şeyi, hani devrimci partiler? Hani sosyalist edebiyat, ilerici sanat? Laf çok, üretim yok. Üretimde piyasa için, lafa gelince göz boyamak için Lukacs!! Bunun bu hale gelmesinde bu düşünürlerin hiç mi payı yok? Onları hala izleyenlerin payı çok, bunu biliyoruz. Benjamin’den bir paragraf kapan liberal piyasada koltuk için sıraya giriyor, Althusser’i hatmeden bir akademik unvan kazanıyor.
Taş Devri beslenmesi, edebiyat ödülleri, sendikalarda, meslek odalarında yozlaşma, solda “şebeke” hakimiyeti… Diyalektik materyalizmdi hani? Bunların hepsinin birbiriyle ilişkisi var, nasıl göremezsiniz? Ne yediğinizi, niye yediğinizi bilmezseniz, Ahmet Aydın ne anlattı haberiniz yoksa, ödülün, reklamın ne işe yaradığını anlamazsanız, sittin sene Badiou okuyun, yaşamda gerici kalırsınız, yatıp kalkıp Jameson deyin, ideolojide kapitalistsiniz. Öznenin kanatlarını tartışmaya gelince alim kesilirler, medyanın satın alıcılığını anlatsanız hepsi kaçar.
Fiiliyatta değil, hiç değilse fikren devrimci olmak istiyorsanız, kafanıza format atacaksınız. Bu sav, şu ana dek okuduğunuz düşünürlerin külliyen yanlış olduğu savı değildir. Bir format atın, sonra her şeyi sil baştan buradaki bilgilerle karşılaştırın, ne kadarı doğru ne kadarı yanlış, siz de ayırabileceksiniz. Yeni olan ve bence işin daha temeli, burada anlatılanlardır, burada bahsettiğimiz kaynaklardır. Anayasa budur. Adamların sosyalizm, devrim falan iddiası yok (çoğu liberaldir, sosyalisttir yine de, sizin gibi, bizim gibi işte, siyasi iddiaları yoktur) burjuvalarsa harbi burjuva. Sahtecilik yok, öyle konuşup böyle yapmak yok, bilimse bilim, sapına kadar hem de. Niyetiniz ciddiyse işte yol, işte yordam.
Kaan Arslanoğlu
Daha epeyce devam edecek…
Kaynaklar:
1- Michael Shermer, İnanan Beyin, Alfa Yayınları
2- Kevin R. Foster , Hanna Kokko, The evolution of superstitious and superstition-like behaviour, DOI: 10.1098/rspb.2008.0981 Published 7 January 2009
3- Pascal Boyer, Brian Bergstrom, Evolutionary Perspectives on Religion, Annu. Rev. Anthropol. 2008. 37:111–130
4- Joseph Bulbilia (The cognitive and evolutionary psychology of religion) Biology and Philosophy 19: 655–686, 2004.
5- Steven Pinker The EvolutionaryPsychology of Religion, Presented at the annual meeting of the Freedom from Religion Foundation, Madison, Wisconsin, October 29, 2004