Aydın ve itibar

Alacakaranlık kuşağı

Sürekli “tarih”i ve “aydın”ı tartışıyoruz. Neden? Birçok “çelişki”nin birbirini kestiği bir dönemden geçiyoruz da onun için. Bir yandan “tarih”in modernliğin icadı olduğu saptanarak bir tarihsizlik içine itilmeye çalışılırken, “sosyalist devrimlerle” rayından çıkmış bir dünya tarihini yeniden yapılandırarak “toplumların” büyük tarihini değil “birey”in kendi için yeni ve küçük tarihini kurmaya çalışıyoruz. Bunun için toplumların kurulurken gereksindiği tarihleri yıkmanın yollarını arıyoruz. Yani tarihsiz kalmıyoruz, birileri bize kendi bildikleri gibi, kendi duymak istedikleri gibi bir “yeni tarih” yapıyor. O zaman şöyle bir soru sormak da gerekli oluyor: İyi de şimdi yıktıklarını iddia ettiği tarihi de bize birileri “bizim” tarihimiz diye “yeni bir tarih” olarak yapmamış mıydı? Evet ama “o” tarih “bu” tarih değildi. Bir büyük insanlık tarihi “yıkılırken” yenisinin kurulamadığı bir “alacakaranlık kuşağı”ndan geçiyoruz. En azından bir şey anlaşıldı: Bu insanoğlu denen canlı illa kendine bir “tarih” arıyor. Onu zamana karşı bir mekân sayıyor. Zamansız ve mekânsız olamıyor.

 

Şimdiye kadar yani “toplum”ların tarihi içinde insanlara bu zamanı ve mekânı insanlara “aydın” adını verdikleri birtakım değeri kendinden menkul insanlar hazırlamış. Kurulacak bu “küçük” bireyin tarihinde aydına bir gereksinim duyulmayacak, ama şimdi o tarih kurulana kadar bu küçük tarih için de bir “aydın” gerekiyor. Kısacası aydına gereksinim duyulmayacak bir yeni zamanın kurulması için “aydına” gereksinim duyulan başka bir alacakaranlık kuşağından geçiyoruz.

 

Yarım yüzyıla yakındır bu “yeni tarihin” kurucuları dünyayı bir cehenneme çevirmekten başka bir şey de yapamadılar. Sosyalizme karşı kazanılmış zaferin sarhoşluğuyla ne yapmak istedilerse (Neoliberal politikalar, sınırsız piyasa, ulus devletlerin iflasının ilanı, küreselleşme, ağ toplumu, bilgi toplumu, finans toplumu, sanayi sonrası toplum vb.) hepsi “toplum”ların tarihsel bilincinin arka planından kaynaklanan bir “Aydınlanma” refleksiyle büyük karşı koyuşlarla karşılandı. Bütün bu reddedişin tarihsel zeminini hazırlayan “aydın” da artık yerinde değildi.

 

Sanatçının bir “aydın” olarak evrimi “Aydınlanma”nın en önemli farklarından biriydi. Siyasetin giderek “sınıf”la ayrışması, sınıfın kendi siyasetini yaratmaya başlamasının şafağında sanatçının da sanatın da “özerklik” ilan etmesi, “eğlendiren, güldüren, ağlatan” insandan bir aydının doğmasının da yolunu açtı. Yazarlar, sanatçılar; insan onuru ve eşitlik idealini anlatan, anlatmakla kalmayıp bu idealin gerçekleşmesi için gereğinde bir militan olarak da varlıklarını anlamlandırma bilinciyle donanmış bir “aydın” durumuna gelmişti. Öyle ki bu konumlanışın tersi mümkün gözükmüyordu. Öyle bir toplum vardı ki, örneğin Balzac kendini bir sosyal bilimci olarak tanımlayabiliyordu. O herkesçe sık sık tekrarlanan çelişkisi de bugünkü alacakaranlık kuşağının ortadan kaldırmaya çalıştığı “Aydınlanma” kuşağının bir “aydın”ı olmasından kaynaklanıyordu. Sanatçılar “aydın”lık kisvesini kendileri giymeye kalmadan sırtlarında buluveriyordu.

 

Alacakaranlık kuşağı aydının pis işi

 

Ömrünü alacakaralık kuşağının yaratıcısı emperyalist devletlerin yeni dünya düzeni safsatısını anlatmakla geçirmeye başlamış aydınsa kaybolan “itibarı”nı geri istiyordu. Ama bu itibar kendisine sunulsa bile (Medya ve iletişim sektörünün vardığı sonsuz güçle bu çok kolay yapılabilirdi) kendilerine verilen görev öyle pis bir işti ki bunu ancak “gönüllülük”le yerine getirmek mümkün olabilirdi. Bunun için önce “aydın”ın kendisine inanması gerekiyordu. Bunun için itibarının zedelendiği ilk yirmi yıl boyunca “yeni tarih”e direnişi “somut”ladığı zamanların belleklere tekrar çıkarılması gerekiyordu. Evet o “tarihin akışına” karşı durmuyordu, ama bu tarihle de “eleştirel mesafesini” koruyordu canım. Bu “eleştirel duruş” hem kendisine yeni pis görevine hazırlanmak için bir zaman kazandırıyor, hem de hâlâ güven duyulabilecekleri izlenimi yaratıyordu. Böyle de oldu. Aydınlanmanın “anlamak geleni ve gitmekte olanı” diyen sanatçı aydınından “geleni ve gideni başkasının ağzı olarak anlatmak” diyen bir sanatçı aydın ucubesi çıktı.

 

Ne miydi yeni dünyanın zafer sarhoşu egemenlerinin bu aydınlara gördürdüğü ve gördüreceği pis iş: Elbette bu düzenin oluşturulması sırasında ortaya çıkacak “pis görüntü”lerin anlam dünyasını değiştirmek, o görüntülere yeni anlam dünyaları kurmak ve en önemlisi de “gördüklerinin aslında gerçek olmadığına” insanları inandırmak. Hele bu sonuncusunu yapacağına insan “bir sokak çatışmasında” ölmeyi tercih edebilir. Ama alacakaranlık kuşağı aydını elbette bunu tercih etmeyecekti.

 

“Terörle savaş” adı altında işgal edilen ülkeler, işkence edilen ve öldürülen halklar, işine geldiği sürece en gerici ve yoz rejimlerle işbirlikleri... Sınırsız piyasanın güzellikleri ve “din”in “bilim”le buluşarak valse başlaması ne güzel bir şeydi. Vatikan'da Papa, İslam ülkelerinde dincilik, laisizm denen o Aydınlanma artığının ipini çekebilirdi. Yoksulluk artıyordu ama ne önemi vardı, “şenlikli” bir dünya da vardı. Yoksuldunuz ama insanların “Allahüekber” çığlıklarıyla kafalarının koparıldığını izleyebiliyordunuz. Ve yoksuldunuz ama o siz değildiniz!

 

Bu aydınlar bunları yaptıkça, yukarıda değindiğim “geçici” olarak kendilerine sunulmuş itibarları da sorgulanır olmaya başlıyordu ve giderek kendi toplumlarında da “tetikçi”lik görevleri fazlaca sırıtmaya başlıyordu. Çünkü sınıf çelişkisinin diyalektiği, hayatın diyalektiği işliyordu. “Yoksulun adalete, zenginin de adaletsizliğe” ihtiyacı giderek artıyordu. Zenginin adaletsizliğe ihtiyacı arttıkça yoksulun da “adalet” talebi artıyordu, artmaya devam edecekti.

 

Aydının “öncülük”ten “tetikçi”liğe seyri taşınamaz bir duruma geldi. Her yerden yükselen eşitlik ve özgürlük talepleri umarız ki bu aydında da “ne yaptığına” ilişkin bir iç sorgulama doğurur. Ama bu sorgulamayı yapsa bile bugüne kadar yaptıklarının “toplumsal bellekten” kazınacağını düşünmesin.

 

Birilerinin talimatıyla hedefe nişan alırsınız ve vurursunuz, ama vurup öldürdüğünüz hedefteki değildir sadece. Dünyadan bir parça koparıp alırsınız. Alacakaranlık kuşağı aydını bu “parça”lanmanın bir parçası ve bundan sonra ne yaparsa yapsın, ne yazarsa yazsın, ne oynarsa oynasın, ne çalarsa çalsın hep bu parçalanmanın bir parçası olarak kalacak.

 

Nihat Ateş

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Facebook
henüz yorum yapılmamış
31-07-2013
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211074
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.