İnsanın kendi bireysel tarihinin ve geleceğinin toplandığı bir mekân var: O mekân “beden”idir. Bedenimizde geçmişimizi ve geleceğimizi birlikte taşırız. İçinde bulunduğumuz an bu iki uzamın birbiriyle kesiştiği andır. Bir yanımız, deneyimlerimizle varlığımızı dünya içinde anlamlı kılmaya çalışan bir ustalık kazanmaya çalışırken öteki yanımız umutlu acemiliklerle, yaşanmamışlıkla, iyimserlikle, karamsarlıkla kendi içinde bugünden binlerce çelişki barındıran bir belirsizlik denizi... Bu kesişimin tam ortasına insan yüreğini (duygularımızı) koyduğumuzda işte karşımızda bir “ben.” Bir düşünen ve eyleyen varlık olarak insan. Kısacası bu “mekân”daki kesişim bizi kültürel bir varlık kılar. Geçmişimiz yavaş yavaş geleceğimizi istila eder. Birikir ve son ana geldiğimizde tamamen bir “geçmiş” olarak bırakıp gideriz dünyayı. Geride kalan bir tarihtir ve o tarih yazabildiğimiz kadar “hayat defteri”lerinde birikmiştir.
İşte defterlerimizin bir yaprağını yukarıdan aşağıya doğru yazdıkça mürekkebimiz (birikimlerimiz) yani yukarıda kalan (geride kalan) geçmiş, defter yaprağının beyazlığını istila eder. Hızlı veya yavaş. O bizim yaşamı biriktirmekti kültürel çabamızın da hızıdır. Bunun için de mağarada kendi ilk kez kendi “ben”in farkına varan ve bu dünyada bir “yer tuttuğu” fark eden atamız, kendi dışına kendisini yansıtmak için en yakınındaki duvara yöneliyordu. Duvar sayesinde etrafına, klanına anlatacağı şey aynı zamanda onun “deneyimi”ydi. İlk insan duvarı “defter”leştirirken yaptığı ilk şey de toplumuna, “kendi gibi olanlara” kendisini anlatmaktı. Mağara duvarları, ağaç kabukları ilk defterlerimizdi.
Yazının icadı, resim yazının ortaya çıkmasıyla birlikte insanın toplumsallaşmasının ve üretim ilişkilerinin çeşitlenmesiyle birlikte defter de çok önemli bir yeri edinmeye başladı hayatımızda. Papirüslerin, parşömenlerin şimdi bize kısa gibi gelen tarihi binlerce yıllık bir süreci kapsıyordu. Aslında matbaanın bulunmasına kadar bir “defter-kitap” ayrımından söz etmek mümkün değildi. O zamana kadar bütün kitaplarımız aynı zamanda defterlerimiz değil miydi? Bütün tarihsel “ilerleyiş” matbaanın bulunması, ortaçağın sonuna ve Aydınlanmaya kadar sürdü. Ancak bu noktaya gelmeden önce “kutsal kitapların” da “yazılması” ve “toplanması” gerekiyordu. Tevrat, dört İncil, Zebur ve Kuran toplanıyor, “defter”lere yazılıyordu. Bütün bunların karşısında “insan merkezli, “dünya”ya, insana ait olan da “defter”lere kaydediliyor, dünyamızın “uzlaşmaz” çelişkisi belirmeye başlıyordu.
Kâğıt teknolojisinin geliştikçe, defter yaprakları ve kalem, kalem okkaları, mürekkepler de geliştir, değişti. Coğrafik keşifler çağı, Batı'ya Doğu'dan sadece baharat ve kumaşları değil Doğu'nun hayatının ve düşünüş tarzının anlatıldığı “defter”lerle geldi. Aynı şey Amerika'nın keşfi için de geçerliydi kuşkusuz. Bu “defter”lerde sadece bu hayat ve düşünüşler de yoktu oralarda elde edilen (sömürülen) kaynakların ve insan terinin, hayatının da kayıtlarını taşıyordu. O defterler Batı'da “muhasebe”ye dönüşüyordu. Bu muhasebeyle Batı'ya aktarılan “zengin”lik somut ve elle tutulur bir hale geliyordu. Öte yandan da söylenceden ibaret gibi gözüken Tanrı'nın ve mucizeler gerçekleştiren peygamberlerin eylemlerinin hayata karışması, bu eylemlerin yayılması için “söylence”den çıkarak “yazıya” yani deftere dökülmesinin gerekmesi gibi. Kısacası “yazı” insanlık tarihini “bizim” yapmışsa “defter” de bu “yazı”nın taşıyıcı unsuru oluyordu.
Keşifler çağı, emperyal sömürü çağına dönüşürken dünyanın her yerinden Batı'ya gelen kâğıt ve mürekkep (kültürel birikim) elde edilmesindeki şifreler defterlerce çözülüyordu. Bu aktarma eylemi iki şeyle mümkündü: Çeviri ve bu çevirilerin saklandığı, taşındığı defterler. Çeviri eylemi iki taraflı bir eylemdir. Çevirdiğini sadece aktarmakla kalmazsın kendini de çevirdiğine anlatırsın. Sen çevirinle onu tanır, öğrenirken çevrilen de seni tanır ve bilir.
Yazılı hayattan görsel hayata
Matbaanın icadıyla kitap ve icat edilen gazete bize yaşadığımız hayatı değil “yazı”lı hayatı aktarmaya başlar. “Eğer haber bültenlerinin, tarihi bir gösteri şeklinde takdim eden araçlar olduğu düşünülürse arşiv de tarihi bir pratik olarak sunan araçtır” diyordu Régis Debray. (NLR, 2007 Türkiye Seçkisi, s. 226) Öyleyse “defter” de bireysel tarihimizi arşivleyen en pratik aracımızdı. Biz yani “birey” hem toplumsallaşıyordu hem de “kendisi” oluyordu. İnsanın “kendisi” olması “devrim”lerin ortaya çıkmasıyla mümkün oldu. “Gazete” hayatı arşivlerken “defter” kendimizi arşivlememize olanak sağlıyordu. Kendimiz için özgürlük, daha fazla özgürlük talep ediyor ve bu bireysel özgürlük taleplerini toplumun özgürleşme talepleriyle örtüştürmenin yollarını arayıp buluyorduk. Resimde perspektif sayesinde ufku görüyor, roman yazıda bireyselliğimizi sanata dönüştürüyordu. Kısacası “defter” bireysel ve mahremdi ama aynı zamanda bu mahremiyeti özgürlük talebiyle örtüştürerek toplumsal bir boyut da kazandırıyordu. Bu anlamda defter aynı zamanda “ayna”mızdı. Ayna şiire değil romana yakındır, şiirdeki “yazı” ise sudaki surettir. İkisi arasında “yazıyla-söz” arasındaki kadar fark vardır ve bu fark insanlık tarihi açısından “arşiv” ile “defter” arasındaki farka denktir. Defter bütün kapalı “dışsallığı” ama bir o kadar açık “içselliğiyle” insani çelişkimizin de aynası oluyordu.
Bu ayna “yazı”nın başka bir taşıyıcı unsura taşınmasıyla kırılmaya ya da başka bir şeye dönüşmeye başladı diyebiliriz artık. Matbaa ve yazı yerini ekranlara, videoya, görsel olana terk ediyor. Daha doğrusu “yazı”nın taşıyıcı unsuru defter ve kitap olmaktan çıkarak “ekran”lar oluyor. Ekranın diliyse defterlerimizin diline hiç benzemiyor. Defterin dışsallık ve içsellik diyalektiği ekranlarda bulunmuyor. Ekran mahremiyeti defterinki kadar derinlikli bir şekilde toplumsallaştırabiliyor mu? Ekran “siberuzay” diye adlandırılan başka bir uzama açılan kapı. Bu uzayda bireysellik oldukça “saçma” kaçıyor. “Yazı” kâğıttan ekrana taşınıyor ve ekran “bedenimizi” ve onun girişte özetlemeye çalıştığım diyalektiğini bir kamusal alana çeviriyor. Ekran insanı yazıyla birlikte görselin bir parçasına, videonun bir sahnesine hapsediyor.
Gazete arşivi, görsel arşivin yanında çok daha insaflı duruyor, yazılı hayat görsel hayata dönüşüyor ve bizi “kimin neden seyredeceği”ni önemsemiyoruz. Jose de Mul bugünkü “digital yerli”(*) kuşağı tanımlamak için “monitor kuşağı” kavramını ileri sürüyor. (Siberuzayda Macera Dolu Bir Yolculuk, s. 11) Monitor kuşağı matbaanın sonunda bireyselliğini ekrana taşırken defterin öğrettiği kadar çok soru sormuyor. Görüyor, gördüğünün bir parçası olabilirse oluyor, olamıyorsa bu “acı” yüreğinde çok fazla kalmıyor. Yazı defterle birlikte bir bütünsel bellek yaratıyorken, görsellik bu belleği biriktiriyor ama aynı zamanda parçalıyor. Bir “akış” değil “an”lar söz konusu. Milyonlarca “an” bir çırpıda ekranlarımızda beliriyor. Hayatımızdan milyonlarca kare. Kare kare, saniye saniye durdurup durdurup izleyebileceğimiz “beden”ler. Perspektif üstüne binen perspektifler... Ve bir görsel malzemeye dönüşen “yazı”. Bu kareler arasında bağlantılar kurmak ve işlemek ekranlar karşısında pelteleşmiş usumuzun değil “Silikon Vadisi” işi olsa gerek.
Defterimiz biz istersek ve bizim ona tanıdığımız açıklık ve kapalılık diyalektiğiyle düşünceli bir arşivken ekran bizi bir malzeme haline getiriyor. Ekranda “yazı” birbirleriyle ilintili binlerce kişinin yazdığı tek bir metne doğru (hipermetin) gidiyor. Ekrandaki görselliğe bakarken bir yandan da kendimiz de görselliğin bir parçası oluruz. Bundan kaçamayız. Bütün kişisel verilerimizin “devletin güvenliği” için dinlendiğini öğreneli çok zaman oldu. Bir kara ütopyaya dönüşmek üzereyiz. Öte yandan da “söz”ümüzün hızlı, bir anda binlerce kişiye ulaşma olanağı var. Var da bu sözün uzayda parlayıp sönen bir ışık kadar hayatı yok. O kadar çok “söz”e boğuluyoruz ki bizim sözümüzü öteki sözlerden ayrıldığını gösterecek bir karşılık bulamıyoruz. Evet bir anda milyonlarca kişiye söylüyoruz ama milyonlarca kişi de sana söylüyor ve hiç kimse birbirini duymuyor. “Yazı” ekranda araçsallaşıyor defterdeki gibi bir amaca dönüşemiyor. Araçsallaşan yazı bir “dil” üretiyor ve bu “dil” senin değil herkesin dili oluyor.
Sonuç
Nâzım Hikmet defterlerinin başına Piraye'nin kendisine yazdığı bir mektuptaki şu sözleri alıntılamış. “Bir defter al, her gün duyacaklarını yaz. Eminim mektupların kadar güzel olacaktır.” Defterlerimiz bizi biriktiren anları, insanlaşma mücadelemizi anlatan kapalı ama açık; geçmiş ve gelecek yazgımız.
Nihat Ateş
(*) Dijital yerli, internet çağı içine doğmuş kuşak veya kuşaklar için kullanılırken dijital göçmen daha önceki bir tarihte doğmuş, dijital çağı ileri yaşlarında yaşamaya başlayan kuşaklar için kullanılan kavram. N.A.