Adnan Keskin’lerin ardından: Memleketin bütün anonim kuşları
On yedi bini aşkın faili meçhulden, binlerce hak ihlaliyle kökten hesaplaşma adına 12 Eylül güya yargılanacak kadar reddediliyordu.
Oysa, 12 Eylül sıkıyönetim mahkemelerinin, cezaevlerinin, sorguların, imha gayretlerinin sonucu olarak sürgün koşullarının hâlâ devam edebilmesindeki mutlaklığın zihinlerdeki yeri son derece zayıf.
Bu nedenlerle ülkelerine dönemeyen sürgünlerin rahatlıkla tecrit edilmiş birer kimliğe dönüşmüş olmalarındaki tuhaf kabul, keşke sadece imkansız bir varsayım olsaydı.
Öyle olmasa, yıllarca sürmüş uzak ve yalnız tutuklulukların, savaş hali koşullarını bile ihlal ederek sürdürülmüş hiçbir evrensel hukuk kuralıyla ilgisi bulunmayan, şu gün kimsenin sahip çıkamadığı 12 Eylül mahkeme kararlarının hâlâ daha geçerli olabilmesi nedir?
HUZURSUZ SORULAR
Tedirgin edici huzursuz sorulara karşı soğuk bir bakışla darbe karşıtlığı sürdürülebilir nasılsa.
Adalet Bakanlığı, milletvekilleri İlhan Cihaner ve Veli Ağbaba’nın soru önergelerine yanıt vermeye tenezzül etmediğinden, otuz küsur yıl öncenin 12 Eylül sıkıyönetim komutanlıklarının askeri mahkeme kararlarları nedeniyle ülkesine dönüşü hâlâ engellenenlerin sayısı bilinmiyor.
“Kaç kişi vardır ki?” sorusu yanıtsız kalınca, toplu fotoğraf isteğini de kırmak gerekiyor.
Sürgünler acaba şöyle toplu bir fotoğraf çektirebilir mi?
Kimi kez belediyelerin tarihi çınarların envanterini çıkarma girişimleri olur, Bursa belediyesinden biliyorum, bir keresinde gülmüştük, bu kadar tarihi çınar tek bir karede toplansa bir resimaltı gibi bir şey oluverse diye. Onun gibi bir fotoğraf mesela ya da hani siyah beyaz fotoğraflar vardı mahpusluk günlerinden toplu çekilmiş, “O sayılır mı?” diyesi gelir insanın.
Ya da şu darbe karşıtlığı gibi bir beceriye bu kadar kolayca sahip olmakla yanıp tutuşanlara sorulamaz mı? Mesela 12 Eylül Komisyonu Başkanı Nimet Baş’ın diyeceği bir şey yok mudur? Hem 12 Eylül’ü güya yargılamaya giriş, ama aynı darbe mahkemelerinin kararlarına yapışıp kal. Kalmakla da yetinme adil mahkeme kararı sayıp kırmızı bültenle bu alçaklıklara sadakat gösterip basiret ve aklı hiçe say. Amatörce mi kalır bu sorular? Öyleyse “Adalet Bakanlığına başvuruda bulundunuz mu?” gibi nizami soruların bir adı olsun ki, yaşamın ve ümidin düşmanlığına yabancı kalmayalım.
TAHRİP EDİCİ ZİHİN ETKİLERİ
Uzak bir dünyayla ilgilenme biçimi olarak sürgünlerle kurulan ya da kurulmayan ilişkinin bugüne dair tüm ideallerle bir bağlantısı var. Bu bağlantıyı yadsımak mümkün müdür?
Tahrip edici zihin etkileri yabana atılır gibi değil. Orhan Pamuk, Kar romanında sarsak, isteksiz diz çökmüş bir solcu olarak yana yakıla yarattığı sürgün Ka’yı Kars’ta devletin terbiyesiyle donanmış Lacivert’le karşılaştırır. Rüstem’le oğlu Sohrab’ın hikayesini bile Lacivert’e anlattırır; bu olgun donanım ve algı, hangi mücadeleden geçerek damıtılmıştır halen anlaşılmış değildir. Ka bütün sarsaklığıyla bakakalır. Pamuk, bir solcudan esirgediği şefkatini Lacivert’e verirken, belli ki bazı okurların genzinin yanabileceğini umursamaz.
Sidar’sa yine bir sürgünün parçası olarak yer alır Elif Şafak’ın Bit Palas’ında. Bir su birikintisinin başında ölmüş bir köpeğe bakarak kurabiye yiyen Sidar, babasından yer tokadı. Yani, ülkesini, hayatını ve çocuklarının bir kısmını bırakıp gidecek olan baba, kaçacağı gün oğlunun suratına tokat patlatmaktan kaçınmayacak bir adamdır nihayetinde. Sidar’ı tam bilemiyoruz daha, ama bu Ka’nın o romandan çıkıp gittiğini düşünmekten başka çaremiz ve ümidimiz yok.
12 EYLÜL: ARKAİK BİR ŞEY?
Bu zihinsel cömertlikler kuşatmasında, eğer konuşacaksak, bir miras olmadan nasıl yapacağız bunu? Eşitlik ve özgürlük mücadelesinde 12 Eylül sadece bir arkaik bahçe sayılırsa, toplumsal adalet, demokratik hukuk ve insana saldırı kendini savunabilir mi?.
91 KCK tutuklusunun tahliyesini reddeden refleks, 1991 yılı şartlı tahliyesinde 125. maddeyi kapsam dışı bırakan hukuk dışılıkla nasıl da uyumlu. Tutuklu avukatlarının tahliye taleplerini geri çeken tavrıyla örtüşen bir çentik olarak, Eşber Yağmurdereli de “Mandelamız ol, seni erken bırakalım!” teklifini reddederek mahpusluğun yan gelip yatmak olmadığını göstermişti ya, bunu da o arkaikliğe iade edelim mi?
Brecht şiirle, nedir elindeki çivi diye sorup, anadilde bir mektup çağırmayacak mı geri diye haber verirken, bütün sürgünlerin elleri yanar gemilerde Nâzım Hikmet gibi, kimse beklemezken de bekleyen suları, otu yamacı da kaybolmamıştır memleketin ya, kimi kez orda burda bir kurum, bir kibir, bir umursamazlık...
Bu ülkenin nice solcusuna yaptığı operasyonları ölümleri kitabında yazmış Hanefi Avcı’nın hukuksuz kalmasına gösterilen hassasiyete soralım o zaman, Adnan Keskin ne diye bu vakitsiz zamanda gitti Artvin’e. Keskin’i hiç tanımadım, ama merak dolu bir soru olarak kaldı. Sürgün hikayesini tanıyan bir hayatın içinden gelen sorular. Bu yanını Nejat Pişmişler’den biliyorum. 12 Eylül askeri mahkeme ve yargıtay kararlarıyla yedi yıllık tutukluluk ve on yıldan fazla sürmüş davanın ardından yirmi iki yıldır ülkesinden uzakta. Nar taneleri gibi saysak, kaç avuçturlar son otuz yıldır verdiği onca sürgünü şu memleketin? İş midir yani?...
OTUZ YILLIK ZAMANAŞIMI
Adnan Keskin...Daha Ocak vaktinde,Kaçkarların karı erimemişken, Çoruh çılgın akmazken, bahar gelmemiş, pestiller dökülmemişken nedendi bu gidiş?
Ya memleketin asıl gündeminde anımsanmayı, ya da otuz yıllık zamanaşımını bekleseydi kalbi Adnan Keskin’in, memleketine ayak basacaktı ancak ölümle gitti. Bunu engelleyemediler. (Bir mezarı olması yine de iyi, diye teselli bulalım. Misal: Necdet Pişmişler’in Karadeniz dağlarında vurulup battaniyeye sarılarak gömüldüğü yeri Selçuk Hazinedar ve arkadaşları bulup otuz iki yıl sonra mezar yaptılar O’na.) Evet bazı ülkelerde faşizmler geçici olmadığından Adnan Keskin, devrimci sürgünlerden birisi olarak ancak böyle dönebildi toprağına. Tabutla.
Sümeyra da toprağa verilirken yıllar önce, “Allı turnam türküsü söylendi” diye yazılmıştı bir haberde.
Bir sürgünün ülkesine vakitlice dönebilmesi, ancak hayal kadar güzeldir.
Memleketin bütün anonim kuşlarına selamla... Belkıs Önal Pişmişler