“Simgesel, arzunun doğal yapısına geri dönüş olanaklarının hepsini engelleyecek derecede, çocuğu ağlarının içine hapseder. Arzudan geriye kalan şey simgeler, yasalar, kavramlar ve hatta ideolojilerdir ve bu yolla yaşam kökten başka bir boyuta geçer.” Anika Lemaire
Lemaire’in belirttiği boyutta özne, arzusunu tam olarak ifade edememesi dolayısıyla kendisini eksik bir varlık olarak algılar. Arzulayan bilinç kendisinin ne olduğunu bilme arzusundan da kaçamaz. Fakat kendisini bilebildiği anlarda, yaşamı boyunca sürecek bir temel çelişkiyi de ortaya çıkartmış olur. Bilinç kendisinin farkına vardığı anda kendisini ölümlü ve sonlu bir varlık olarak yakalar, ancak bilinç için bu kavramlar kabullenilemezdir. Ölüm varsa bilinç yoktur, bu nedenle bilinç kendisini ölümlü ve sonlu bir varlık olarak anlayamaz. Bundan dolayı bilinç, hakiki halinin ölümsüz ve eksiksiz bir varlık olduğuna inanır ve kendisinin farkına vardığı anda algıladığı eksik halindeki eksikliğin giderilmesi arayışı içine girer. Lacan, bizde eksik olduğu için kendimizi ölümsüz ve eksiksiz algılamamıza neden olan nesneye fallik nesne adını vermiştir. Fallik nesne hem bizi tikel (kısmi) halimizden kurtararak tümel hale gelmemizi sağlayacak olan hayran olduğumuz büyülü nesnedir, hem de kayıp olduğu için kendimizi eksik hissederek kendimizden nefret etmemize neden olan nefret nesnesidir. Nefret nesnesi olarak, nesne a biçiminde de adlandırılır ve nesne a’dan mahrum olduğu için kendisinden nefret eden varlık, abject olarak da nitelendirilmektedir (İzmir, 10). Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm adlı romanının kahramanı Aschenbach da kendisini abject olmaktan kurtarmaya çabalamaktadır ve bu amaçla uzun süredir fallik nesnenin peşindedir.
Eksikliğimizi ortaya çıkartan neden simgesel evren olsa bile, insanı simgeselden sıyırırsak geriye kalacak olan et ve kemik ne kadar insansaldır? Aynen Aschenbach’ın rüyasındaki gibi: “Rüyayı gören Aschenbach işte onlarlaydı, onların içindeydi şimdi; artık bu yabancı Tanrının olmuştu. Hatta parçalayarak, boğazlayarak hayvanların üzerine atıldıkları sırada eşinilmiş, çiğnenmiş yosunlu toprakta Tanrıya ibadet olarak sınırsız birleşmeler başladığı esnada onlar bizzat Aschenbach’tılar. Ve Aschenbach’ın ruhu, düşüşün fuhşunu, kudurganlığını tadıyordu” (Mann, 90). Mann’ın bu satırları, roman kahramanının yabancılaşmasını anlattığı kadar kuşkusuz okuyucuyu da ona yabancılaştırıcı bir etki yapar. Ölümsüzlüğü simgesel ile yani toplumsal düzenin kuralları ile bütünleşmekte bulmaya çalışmış olan Gustav von Aschenbach, elli yaşında asalet unvanına sahip olan, yirminci yüzyılın başında Münih’te, bir dehaya binde bir nasip olabilecek itibarlı bir burjuva yaşamı yaşayan ünlü bir yazardır. Atalarından miras olan, hayalinde yücelttiği biçimiyle tümel gibi duran bir kültürle bütünleşerek kendisini mükemmel bir hale getirmeye çalışan Aschenbach’ı, hem bu simgeselliğin bunaltıcı evrenini titizlikle her gün düzenlemeye çalışmak bunaltmış, hem de bu simgesel evren onu aradığı ölümsüz, değişmez ve tümel bir imge haline getirememişti. Aschenbach, kendisini bunaltan simgesellikten kurtuluşu, et ve kemikten oluşan bir yerde de bulamayacağı için, ideal bir imgeye sığınarak bulmaya çabalayacaktır. Ancak bu ideal imge de, onu simgesel evrenle çatışmalı hale getirecektir.
“Benliğinin ve bütün Avrupa’yı benimsemiş ruhunun kendisine yüklediği ödevlerle fazla meşgul, yaratma sorumluluğuyla çok yüklü, eğlenceden yana çok gönülsüz, Avrupa’dan dışarı çıkmak şöyle dursun, hiçbir zaman böyle bir arzu bile duymayan” (s 11) Aschenbach, birden ciddi biçimde gezi arzusu duymaya başlar. “Kaçmak arzusuydu bu: kurtulmaya, yüklerden sıyrılmaya, unutmaya karşı bu tutku, eserinden, yani donuk, soğuk ve hummalı bir ödevle sınırlanmış her günkü yerlerden uzaklaşmak arzusu” (s 12). Belki de bunaltıcı yaşamından kurtularak yeni bir yaşama ulaşma arzusu. Aschenbach’ın ebedi olana arzusu, 42 inci sayfada denize olan sevgisi anlatılırken vurgulanır. “Derin nedenlerden dolayı denizi seviyordu: Bu sevgi çok çalışmış, dünyanın soluk aldırmayan çeşitliliği karşısında basitin, genişin koynuna sığınmayı özlemiş sanatçının sessizlik gereksinmesinden doğuyor; parçalanmamışa, ölçüsüze, ebediye, hiçliğe karşı duyduğu o yasak, görevlerine tamamen aykırı, işte asıl bunun için ayartıcı eğilimden ileri geliyordu. Kusursuz uğruna didinen, mükemmelde dinlenmeye can atar; hiçlikse mükemmelin bir şekli değil midir?”
Varlığının geçiciliğine meydan okurcasına, olanca varlığıyla şöhrete yönelmiş olduğundan, kendi asıl işinin yorgunluk ve çeşitli olaylarıyla bitkin ama sıkılmış bir yumruk gibi tembellik nedir asla bilmeden yaşamıştı (s 15). Tek başına arkadaşsız büyümüş Aschenbach’ın en çok gereksindiği şey disiplindi (s 16). Disiplin ise, bereket versin, baba tarafından bir mirastı ona, başkalarının vakitlerini boşa harcadıkları, hayallere daldıkları ve büyük planları gerçekleştirmeyi tasasızca daha sonralara bıraktıkları çağlarda olduğu gibi, kırk, elli yaşlarında da gününe, erkenden, göğsüne sırtına soğuk su dökmekle başlıyordu (s 16). Ancak yeniden doğuş belirtileri her zaman ahlaklı olma engeline takılmıştı (s 20). Bütün bu sıkıntılara toplumda saygın bir varoluşa ulaşabilmek için katlanmıştı ancak bu saygın varoluşun bedeli ağırdı ve artık ahlak engeli bile ideal bir imgeyle aşk yoluyla bütünleşmesinin önüne geçemeyecekti. Belki de Aschenbach’ın peşinde olduğu yeni yaşam, bedeli bu denli ağır olmayan ve sonsuza dek sürecek, hayranlıkla karışık bir saygınlığı güvence altına alacak bir imgeyle bütünleşme arzusunun ifadesi idi.
Aschenbach, aradığı ideal kendiliğe sonsuza dek sahip olmasının yolunu, kendisini kültürünün yarattığı heykellerden birisi gibi, hayranlıkla seyredilecek bir imge haline getirip, sonsuza dek o konumu koruyabilmekte görür. Aradığı ideal imgeyi, Venedik’teki otelde on dört yaşındaki bir erkek çocukta bulur: “Bal sarısı saçlarla çevrelenmiş, şirin bir sessizlikte solgun yüzü; çekme burnu, sevimli ağzı, tatlı ve tanrısal bir vakar taşıyan edasıyla Grek dünyasının en soylu çağından kalma heykelleri hatırlatıyordu.” (s 36). Heykelleşmiş, hayranlık uyandıran, ideal bir güzellik imgesi haline gelebilmesi, ideal bir biçime sahip olan aşkıyla özdeşleştikten sonra kendi fiziksel varlığını yok edip, aşkının yerine geçerek gerçekleşebilecektir. Aschenbach göz göre göre ölüme gidecektir. Kendisini çok rahatsız eden sıcağa karşın Venedik’ten ayrılma girişimleri bu nedenle sonuçsuz kalır. Yabancı turistlerin hızla Venedik’i terk etmelerine yol açan kolera salgınından haberdar olmasına karşın Venedik’ten ayrılamaz çünkü artık kendisinden çıkmış ve kendisinden vazgeçmiştir. Belki de o, bir simgeye dönüştüğünde, çoktan ölmüştü, ama halen ayağına dolanan fiziksel varlığının yarattığı engeli aşmalıydı: “Hayatının disiplinli görevleri arasında ölmüşken şimdi garip bir şekilde değişmiş, tekrar dönüp gelen bir zamanki duygulara, kalbin o eski ve tatlı ezalarına Aschenbach, şaşkınlık ve hayret dolu gülümseyişlerle aşina çıkıyordu” (s 65). Koleradan doğan ölüm tehdidi, artık ölüm arzusunu, yani bir mükemmellik olan hiçliği yakalama olanağına dönüşür. İyileşmenin binde bir görüldüğü salgın yayılırken ne kendisini, ne de hayran olduğu Tadzio’yu kurtarma girişiminde bulunmaz: “böyle bir atılım onu gerisin geri götürecek, onu asıl kişiliğine iade edecekti; şu var ki kendinden uzaklaşmış bir kimse için, tekrar kendini bulmaktan daha sıkıntılı bir şey olur mu?” (s 88).
Aschenbach artık o imge olarak yaşama devam etme kararını vermiştir. Çünkü atalarının kabulleneceği tek yaşam biçimi olan simgesel bir ahlaki kimlik dışındaki tek seçenek bu ideal imgeye dönüşmektir. Aschenbach için, Tadzio’ya fısıltı ile söylediği “seni seviyorum”, artık “ben”i seviyorum anlamını ifade etmeye başlamıştı. Kendisini fiziksel varlığının arzularına bırakma seçeneği, onu şöyle düşündürüyordu: “O vakit dehşet içinde ‘nereye gidiyorum?’ diye düşünüyordu. Yaratılıştaki üstünlükleri kendi soyuna karşı aristokratik bir ilgi aşılayan her insan gibi Aschenbach da hayatta yaptığı işlerde, vardığı başarılarda atalarını hatırlamaya; hayalinde onların rızalarını, memnuniyetlerini, ister istemez gösterecekleri övgüleri aramaya alışmıştı. Onları şimdi bu kadar yakışıksız bir sergüzeşte saplanıp kalmış, duygunun bu kadar egzotik safahatlarına dalmış bu durumda, burada da hatırlıyor; onlardaki vakur disiplini, mazbut mertliği düşünüyor, mahzun gülümsüyordu. Ne derlerdi? Aslına bakılırsa bu hayat onlarınkine ne kadar çok benzemişti! O da onların pek çoğu gibi asker olmuş, savaşçı olmuştu. Çünkü sanat da insanı çabuk çürüğe çıkartan yıpratıcı bir savaş değil miydi?” (s 75). Artık savaş alanını terk ederek, sonsuz huzurun kucağına çekilme zamanı gelmişti.
Freud’un belirttiği gibi, “O’nun bulunuyor olduğu yerde, Ben oluşacaktır” (Wo Es war, soll Ich werden) ve Aschenbach da artık kendi fiziksel varlığından kurtularak, O’nun bulunduğu yerdedir.
Mutluhan İzmir
İzmir Mutluhan. Öznenin Diyalektiği, Hegel, Sartre ve Lacan, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2013
Lemaire Anika. Jacques Lacan (çev. David Macey), Routledge & Kegan
Paul, Londra ve New York 1979.
Mann Thomas. Venedik’te Ölüm (Çev. Behçet Necatigil), Adam Yayıncılık, İstanbul 1982