Vasat edebiyatı 101 – Aşk (Elif Şafak)

Okuyucu kayıtsız şartsız saygın mıdır? Okuyucu neylerse güzel mi eyler, her yaptığı işte derin kerametler mi aramalıyız?  

Saçma sapan bir kitap gördüğünüzde, oturup bu metnin yazarını eleştiren bir metin kaleme alabiliriz, bu sıkça yapılır.  Birisi çıkıp “yazarın yazma özgürlüğü” ya da “sanatçının öznelliği” adı altında böyle bir eleştiriye karşı çıkarsa, hemen kimse tarafından ciddiye alınmaz. Özgürlük ve öznellik varsa sorumluluk da vardır, yazar yazdıklarından sorumludur. Peki ya okur? Okur dokunulmaz ve sorumsuz mudur?

Okur dokunulmaz değildir, sorumludur, kayıtsız şartsız saygın değildir. Yazara karşı çizdiğim bu çerçeveden bakarsak “okur istediğini alır okur, kime ne” diyerek işten sıyrılamazsınız. Yazara karşı takınılan bu haklı tutum okura karşı da takınılmalıdır.

Örneğin bir kitap bir pazarlama stratejisi olarak erkekler için gri kapaklı, kadınlar için pembe kapaklı çıkarılmış, bu strateji de tutmuşsa ortada bir roman, sanatsal aktivite veya edebiyat okuyucusundan söz edemezsiniz. Kitap kapağının rengi koşullu reflekslerini uyandıran, kitabın içeriğinden çok kapağının renginden etkilenen bir “okuyucu” saygıdeğer değildir;, bu “okuyucu”yu saygıdeğer ya da derin bulan yazar en azından yalancıdır. Bir kapakla “ikna olan” okurdan düşünce, sanat ya da edebiyat alanlarında hiçbir şey beklenemez.

Eğer “nesneleri adıyla çağırma” diye bir derdimiz varsa bu OKUYUCU FETİŞİZMİnden kurtulmalıyız.

Dostoyevski “Herkes herşeyden sorumludur” demişti: yazar yazdıklarından, okuyucu ise okuduklarından… Aşağıdaki eleştiri yazısını, yukarıdaki çerçevede yazarından çok okuyucuyu gözeterek seçtim.

Bu kitap Türkiye’deki okuyucu kitlesinin dramatik bir özetidir. Elif Şafak tarafından 2010 yılında yayınlanan kitap kadınlar için pembe, erkekler için gri kapaklı olarak çıktı. Yüzbinlerce “okuyucu” “nefesi kesilerek” bu kitabı okudu.

Dücane Cündioğlu’nun yazdığı bu iki yazı 30.08.2009 ve 31.08.2009 tarihlerinde Yeni Şafak Gazetesinde yayınlanmıştır.  

Yazı iki bölüm olup kısaltılarak verilmiştir. Metnin özgün halini aşağıdaki linklerden okuyabilirsiniz.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=30.08.2009&y=DucaneCundioglu

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=18365&y=DucaneCundioglu

 

AKLIN KALEM’NDEN KIRK KURALLI AŞK

— "Mevlâna.... İslâm âleminin Shakespeare'i!" (s. 38)

Başka bir zaman olsa, bu denli bayağı bir benzetmeyle karşılaştığım daha ilk anda muhtemelen elimdeki kitabı -bir daha açmamak üzere- kapatır ve bir kenara koyardım.

Bu sefer öyle yapmadım. Bir lâ havle çekip bu bayağılığın altını çizdim, sonra da Elif Şafak'ın Aşk'ını okumaya devam ettim.

Sırf siyah ölümün hatırına... bir vazife duygusuyla... ızdırab içinde... ve tabii ki pencereden dışarı bakmanın cezası olarak...

Süreç değil bir tek, sonuç da benim açımdan acı vericiydi.

Bu konularda eline kalemi alan kim olsa, sonucun yine de değişmeyeceğini bilmek, belki de ızdırabımın asıl sebebi. Çünkü kendi irfan hazinelerimizle ve ortak değerlerimizi kendilerine borçlu olduğumuz büyük ustalarla sahih irtibatlar kuracak o muhkem noktadan artık iyice uzaklaşmış durumdayız.

 

Sorun, öyle alelâde bellek yitimiyle izah edilecek gibi değil. Çünkü pekâlâ kadim bilgi kaynakları elimizde. İnsan malzemesinde de sıkıntı çekilmiyor. Gayret eksikliği veya iyi niyet yoksunluğu ('hain' edebiyatı) türünden yakınmaları da -hiç değilse bu bağlamda- ciddiye alamayız.

O hâlde nedir sorun?

Sorun, dünyayı/eşyayı idrak tarzımızın hem içerik, hem de biçim itibariyle kökten dönüşmesi. Dünya görüşümüzün neredeyse bütünüyle değişmesi.

Sözgelimi mülkiyet ve cinsiyet.

Modern Türk toplumunun, mülkiyet ve cinsiyet alanında kazandığı yeni bilinç yapısıyla artık geçmişine ihatalı bir biçimde, en azından müsamahayla bakabilmesi mümkün müdür? Veya mevcut mülkiyet ve cinsiyet kodlarıyla, mirasçısı olduğu o kadim dünyanın asırlık değerlerini sağlıklı olarak anlayıp yorumlayabilmesi?

Meselelerini ciddiye alan her namuslu zekânın bu soruya vereceği cevap olumsuz olacaktır!

 

GÖNÜL FERMAN DİNLEMİYOR

Aşk'ın kuralları olur mu?

 

Ne münasebet, Aşk'ın kuralı olmaz ki kuralları olsun!

Aşk koşulsuz olandır. İçinde 'çıkar' ilkesinin olmadığı tek insanî edimdir. Külliyen hazdır. Bütünüyle zevktir. Süreç içerisinde oluşmadığından her türlü koşuldan, her türlü kuraldan âzadedir. Anî'dir; yani anda varolur; bir anda...

Trafiğin kuralları olur, ama Aşk'ın kuralları olmaz!

 

Kural, aklın vaz'ettiği ilkelere verilen ad! Bu nedenle hesaba kitaba gelir işlerin kuralı olur. Gönülse akla benzemez, çünkü ferman dinlemez. Hesaba da, kitaba da gelmez. Nedensizdir. Koşulsuzdur. Kuralsızdır. Bu yüzden mehabbet (sevgi) başkadır dilimizde, aşk çok daha başka!

 

Batılıları mazur görmeli, ne yapsınlar zavallılar, dillerinde tek kelime var: Love veya Die Liebe ya da L'amour!

 

Love deyince, mehabbet deyince, sevgi deyince, bakınız işte o zaman işin rengi değişiyor. Çünkü sevginin koşulları ve kuralları olur. Hem de üç tane değil, beş tane değil, kırk tane bile olur!

Olmuş da nitekim, meselâ bakınız Elif Şafak hiç üşenmemiş, bizler için tam kırk aded kural uyduruvermiş. Aklınca...

Evet, aklınca. Çünkü düşüne taşına, aklıyla yazmış romanını, gönlüyle değil. Kalbiyle hiç değil!

 

Son romanının başlığı şöyle: The Forty Rules of Love: A Novel of Rumi.

 

"Başarının Kırk Kuralı: Jeremy Bentham Hakkında Bir İnceleme" der gibi bir adlandırma!

 

Çaresiz, hemen sormak zorundayız: Tamıtamına kırk kuralı olan bu Love'dan muradı nedir acaba yazarın: Sevgi mi, Aşk mı?

 

İngilizce olarak yazılan bu eser henüz yayımlanmamakla birlikte Türkçe çevirisi altı aydır elimizde. Üstelik adı da gayet sade, gayet ekonomik: Aşk. Evet, sadece Aşk.

 

İşte size Türkçe'nin cilvelerinden biri daha! Çünkü Türkçe'de Aşk denince, kural mural akla gelmez; Türkçe'de aşkın ne kuralı olur, ne de kuralları. Hepsi de bir anda uçup gider.

 

Yazar, Türkçe düşünmeye başladığında, bilinci kendisine bir oyun oynamış olmalı ki Love'ın yanına koymaktan çekinmediği o meş'um kırk kuralı Aşk'ın yanına koymaya eli varmamış. Hiç değilse kapakta...

 

BİLGİ YOK, YORUM ÇOK

 

Elif Şafak'ın gönlü, acep şu akla zarar tamlamanın tüm günahını, mâşukların sultanı Şems-i Tebrizî'ye yüklerken hiç mi sızlamamış?

 

— Gönlü Geniş ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı.

 

(Üç defa üst üste yanlışsız telâffuz edebilene ödül vermeli!)

 

Şems, güya diyesiymiş ki: "Bu kurallar benim için tabiat kuralları kadar evrensel, onlar kadar temeldir." (s. 63)

 

Tabiat kuralları kadar evrenselmiş! Acaba yukarıda yeni çağ filozoflarından Francis Bacon'ın veya John Locke'un bir şakirdi mi konuşuyor, yoksa 13. yüzyılın, o mucizelerin ve kerametlerin hükümfermâ olduğu âşıklar dünyasının yaramaz çocuğu Şems-i Tebrizî mi?

 

Görünen o ki yazar kendi kelimelerini, kendi cümlelerini kimin ağzına koyduğunun hiç de farkında değil. Meselâ, Şems bir defasında çatıp kaşlarını söyleniyor: "Bu Allah'tan rol çalmak olur!" (s. 120)

 

Bir yerde de şu tuhaf ifade yakıştırılmış ağzına: "Bizim tek mezhebimiz var: Allah." (s. 78)

 

Peki ya, zavallı pirimiz Bâyezid-i Bistamî'nin başına gelenler?! O da güya şöyle demiş: "Hırkamda Allah var!" (s. 200)

O da ne öyle, hâşâ, "Cebimde akreb var!" der gibi!

 

* * *

Hataların ortak özelliği özensizlik; bir kısmı da yetersizlik!

Türkçe Hz. Mevlâna'nın mürşidi Seyyid Burhaneddin'e lâyık görülen şu ifadeye bir bakalım:

— "... ve Kur'an-ı Kerim'de yazan bir hükmü hatırlattım: Mümin müminin aynasıdır." (s. 98)

 

Oysa Kur'an'da böyle bir ayet-i kerime yok! Aksine bu bir hadîs-i şerif. Öyle hadis literatürüne filân vâkıf olmaya da gerek yok, çünkü Şems-i Tebrizî Makalât'ında, Hz. Mevlâna ise Fîhimâfih'inde bu hadîsi şerh ediyorlar.

 

Tam da burada, "Tanzimat ilan ettik değişen bir şey olmadı; iki defa Meşrutiyet ilan ettik, o da pek işe yaramadı; en son Cumhuriyet ilan ettik yine aynı tas, aynı hamam! Acaba şimdi de biraz ciddiyet mi ilan etsik?" diyen Sakallı Celâl'in kulakları çınlasın!

 

* * *

Hakikaten Aşk'ın en büyük eksikliği ciddiyet!

 

Meselâ Mevlâna'nın mübarek oğlu Sultan Veled'in hissesine düşen hezeyanlardan biri de şu:

 

— "Kehf suresinde apaçık yazmaz mı? Hazreti Musa efsanevi bir komutan, kanuni sıfatına lâyık biri olmanın yanı sıra günün birinde peygamber olacak kadar da mümtaz bir adammış." (s. 258)

 

Aşk yazarının devirdiği çamların haddi hesabı yok, heyecanından İslâm irfanının ustalarını günümüzün ekran papazlarına dönüştürmüş; doğruları yanlışlarına yetmiyor bile.

 

* * *

Çöl Gülü, Hristiyan okurların ihtiyaçları da dikkate alınarak yaratılan bir Maria Magdalena taklidi. Şems'in irşadıyla hidayete eren bir fahişe.

 

Kenan şehrindeki kadınların Hz. Yusuf hakkında "Allah için bu bir insan değil, ancak değerli bir melek!" şeklindeki şaşkınlıklarını hikâye ettikten sonra bu kadıncağız şöyle diyor:

— "Bir meleğe aşık oldu diye kim Züleyha'yı suçlayabilir ki?"

(s. 381)

Kim olacak, kendisinden ayetler aktarılan Kur'an'ın sahibi!

Kur'anî mecaz, yazarın elinde hakikate dönüşmüş. Yazar surenin bütününü dikkate almamış ve Aziz'in karısının/Züleyha'nın(!) Hz. Yusuf'la birlikte olmak için zora başvurduğunu, emeline ulaşamayınca da onu zindana attırdığını aklına bile getirmemiş. İşin 'aşk' kısmı, gerçekte nedamet sahnesinden sonra başlar; 'nefs-i emmare' itirafından sonra.... yani kötülüğü emreden nefsin, Rabbinden af dilemesinden sonra...

 

Bütün dinler 'yasak aşk' (zina) meselesini ciddiye alırlar. Arzular bir duygu olarak kalmayıp fiile (ihtirasa) dönüştüğünde, tabiatıyla onu bir suç olarak görürler, bir düşüklük, bir kötülük olarak adlandırırlar. Karşılığında da iffeti, edebi ve ahlâkı yüceltirler.

 

Elif Hanım'a tavsiyem, Issız Adam'ın gözü yaşlı seyircilerinin etkileneceği türden hikmetler serdetmeden önce, meşgul olduğu sahanın kendisinden beklediği asgari özeni göstermeleri; ve meselâ, Kur'an'ın anlatımı bir yana, Yusuf ile Züleyha hikâyelerindeki nüanslara hakettikleri dikkati vermeleri...

 

Yanlış anlaşılmasın, bir romancıdan ahlâkî va-azlar döktürmesini bekliyor değilim. Aksine tüm beklentim birazcık özen, birazcık titizlik. Üstelik dinsel filan da değil, sadece sanatsal!

 

ELMALILI HAMDİ YAZIR versus ŞEMS-İ TEBRİZÎ

 

— "Eskiden, yani Şems bu eve gelmeden evvel, Mevlâna ile haftada üç dört gün çalışır; ayetleri iniş sırasına göre incelerdik."

(s. 243)

 

Lütfen biraz muhayyilenizi zorlayın ve 13. asra gitmeye çalışın; sonra da Hz. Mevlâna ile genç bir kızı, oturup Kur'an ayetlerini, hem de iniş sırasına göre, incelerken tahayyül edin.

 

Tebessüm etmeksizin böyle bir sahneyi hayal etmek çok güçtür. Çünkü "Kur'an ayetlerini iniş sırasına göre incelemek" tamamen modern bir okuma biçimidir ve geçmişi otuz yılı bile geçmez. Gerçeği değil, hayali dahi...

Geçelim.

Genç kız Mevlâna'nın yerinde Şems-i Tebrizî'yi bulunca, çaresiz derdini ona açar:

 

— "Nisa suresi" dedim yavaşça. "İçime sinmeyen birkaç husus var orada. Bazı yerlerde erkeklerin kadınlara üstün olduğu yazılı. Hatta kocaların karılarını dövebileceğini söylüyor."

Peki Şems, bu dertli kızcağıza nasıl tepkide bulunur, dersiniz?

Şöyle:

— "Öyle mi, bak sen!" (s. 244)

Kimya'nın şaşkınlığından istifadeyle ilgili ayetin iki versiyonunu ezberinden okuyan Şems sorar:

— "Ne dersin Kimya? Sence bu ikisi arasında bir fark var mı?".

— "Evet var!" diye cevap verir Kimya: "Aynı ayetin iki farklı yorumunu okudun. Dokuları nasıl da farklı. Birincisi evli erkeklere karılarını dövme izni veriyor. İkincisi en kötü durumda 'uzaklaş ya da uzaklaştır' diyor. Aralarında epey fark var. Niye böyle?"

 

Bak sen! (Bu tepkisi bana Şems'ten sirayet etti!)

İki kaşı bitişmiş hâlde ve o melül melül bakan buğulu gözler eşliğinde Şems şu soruyu yöneltiyor:

— "Söylesene Kimya, hayatında hiç nehirde yüzdün mü?" (s. 245)

 

"Hoppala bu da nereden çıktı?" demiyoruz ve bu Yeşilçam repliğinin ardından, Şems'in bütün ciddiyetini takınarak, Kur'an'ı, çağıl çağıl akan bir nehre benzettiğine tanık oluyoruz; uzaktan bakana tek bir akıntı gibi, ama içinde yüzene dört ayrı ırmak olarak görünen bir nehre...

 

Böylece Elif Şafak'ın, tıpkı "Aşkın Kırk Kuralı" gibi, yaratıcı muhayyilesinden yardım alarak icad ettiği "Kur'an Yorumunda Dört Akıntı Teorisi"ni Şems'ten dinlemeye başlıyoruz. (Korkmayın, o türrehatı uzun uzun aktaracak değilim. Sizin yerinize o azabı ben yaşadım nasıl olsa.)

 

ELİF ŞAFAK - YAŞAR NURİ ÖZTÜRK ELELE

 

Bu hikâyenin bir de sürprizi var; hem de skandal düzeyinde!

* * *

Şems'in, Kimya'ya okuduğu iki ayet çevirisinden ilk versiyon, yani kadınlara haksızlık ettiği varsayılan metin, Elmalılı Hamdi Yazır'ın Meal'inden (bir sadeleştirmesinden) alınma. Buna mukabil ikinci metin ise, yani sevgili Kimya'mızın sıkıntılarına çare olan versiyon ise, Yaşar Nuri Öztürk'ün çevirisinden.

Roman'ın referanslar bölümünde bu iki çeviri de zikredilmiş, ancak İngilizce bir çeviriden bahis yok. Bu durumda Elif Hanım, metne kendi çevirisini koymuş olmalı. (Bekleyeceğiz, göreceğiz.)

 

Yazar açıkça yanlı davranıyor. Çünkü Kur'an yorumlarında geçmişi 20 yıl öncesine bile gitmeyen tamamen subjektif bir çeviri zaafını, tamamen Şems-i Tebrizî'nin manevî otoritesi üzerinden haklılaştırmaya çalışıyor. Hem de Kur'an'ın batınî yorumu bahanesiyle!

 

Değil öyle 13. yüzyıla, 1980'lere bile geri çekilemez bir çeviriden, bir yorumdan, bir laubalilikten söz ediyoruz.

 

Çağdaş İslâmî Protestanlığın cılız numûnelerinden birinin, tamamıyla politik hesaplardan beslenen birtakım sığlıkları, nasıl olup da Kur'an'ın batınî yorumuymuş gibi sunulabilir; Şems-i Tebrizî'nin ruhaniyeti nasıl olur da bu denli ucuz bir biçimde istismar edilebilir, doğrusu bir anlam vermekte zorlanıyorum.

 

Tarihe sadakat umurlarında olmadığına göre, yazarımız, eli değmişken, Hz. Pir-i Mevlâna'ya da örtü ayetini yorumlatıp bugünün Kimyalarını da sıkıntılarından kurtarmayı düşünürler miydi acaba!?

* * *

Elif Hanım, romanınızı tüm dikkatimle okudum, ve şu kanaate vardım ki siz sanat değil, resmen propaganda yapıyorsunuz! Ortak değerlerimizin içini boşaltmakla kalmıyor, o boşalan alana, sözümona aşk diye diye modernliğin en çiğ, en batıl inançlarını boca ediyorsunuz.

 

Bu sufilik edebiyatı bir New Age modası! Bu aşk edebiyatı ise tam bir kitsch!

 

Çağımızın mülkiyet ve cinsiyet putlarına tapınan zavallı kölelere, irfan geleneğimizin, o uğruna hiç emek sarfedilmemiş saygınlığından yararlanılarak ucuz tatminler hediye etmek!

Ne büyük zavallılık!

 

Oysa altın bulmak ümidiyle erenlerin türbesine kazma vurulmaz!

* * *

Bu konularda kalem oynatmak için Tanrı'ya veya bir dine inanmak gerekmediğini bilenlerdenim. Sanatçıyı yücelten, dine değil, sanata inancıdır. Sanatın sınırlarına saygıdır.

 

Sanata inanç sözkonusu oldukta, ateist bir edebiyatçının, André Gide'in DAR KAPI'sını hatırlamamak mümkün mü?

Gide, inanmadan da kutsalın anlatılabileceğini gösteren büyük bir edibdi.

Kim demiş ki Tanrı'ya âşık olmak için O'na inanmak gerekir diye? Bilâkis en inançlı insanlar, kalpleri kuşkuyla yanıp kavrulanlar arasından çıkar; şüphe girdabında nefes bile alamayanlar arasından... inanıp inanmakta kuş gibi ürkek davrananların arasından...

 

Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, asıl zorluk Tanrı'nın inanacağı adam olmakta! Ne ki insanın en kalın perdelerden biridir aramak, ve fakat gerçekte aranıyor olduğunu bilmemek!

Şükür ki Şems'in 'Hırka'sı hâlâ içimizi ısıtmaya devam ediyor: "Bana göre arayan Tanrı'dır. Fakat o aranılan sevgilinin hikâyesi hiçbir kitapta meşhur olmadı." (Şems-i Tebrizî, Makalât)

* * *

Ne diyeyim sana ey tâlib, aşk'tan biraz haberdar olsaydın, aşka kurallar icad etmeye kalkışmazdın!

Senin tüm günahın hakikat ile mecaz'ı birbirine karıştırmak!

 

                                                            ıı

NEW AGE: MÜZİK VE DANS VE DUA

 

Şems geldiğimi görünce gülümsedi:

"Kerra, seni ayinimize davet ediyoruz."

— "Ne ayiniymiş?" diye sordum.

— "Ruhani, manevi bir raks düzenleyeceğiz. Daha evvel hiç görmediğin türden bir ayin bu. Müzik ve dans ve dua olacak. Hep beraber aşkla Rabb'ı zikredeceğiz." (s. 328)

Postmodern Aşk dediğim de işte tamıtamına bu: Müzik ve Dans ve Dua...

Ne diyebilirim, YENİ ÇAĞ'ı takdimimdir!

Haydi gelin, birlikte, Aşk'ın en neşeli pasajlarından birine göz atalım:

* * *

Yaşlı Bilge ciddiyetle şöyle der: "Kimya'yı muhakkak okula gönderin!"

Kimya'nın bu konuşmaya kulak kabartan annesi hemen atılır: "Kız çocuğuna okul ne gerek?"

Yaşlı bilge de yeni bir öneride bulunur: "Madem okul yok, kızınızı bir âlimin yanına verin!"

Kimya'nın anne-babası da soluğu Mevlâna'nın yanında alırlar. Babası der ki:

 

— "Efendi hazretleri, kızım Kimya özel bir çocuk. Ama anası da, ben de basit insanlarız. Onu layıkıyla yetiştiremeyiz. Bu yörenin ilmi en kuvvetli kişisi sizmişsiniz. Kimya'yı öğrenciniz olarak kabul eder misiniz?" (s. 217-218)

 

Bir de servis+yemek ücreti meselesine dair birkaç diyalog daha döktürülseymiş harika olacakmış, değil mi?

* * *

Roman dediğiniz nihayet bir kurgu, kronolojik hatalar da olur, bilgi hataları da, aşırı-yorumlar da! Yazar özgürdür, kurgu özgürdür. Tasavvuf da bir ummandır, herkes o ummandan kabınca içer, vs.

 

Böylesi savunmaları hizaya sokacak en masum teklif şu olsa gerek:

Gerçekte yorum yorar; yoranı da yorar, yorumlananı da.

 

13. YÜZYILDAKİ AZINLIKLAR!

Bizlere aktaracağınız doğrulara değil, yalanlara bile inanmaya hazırız; yeter ki bizi ikna etmek için biraz emek sarfediniz, biraz yorulunuz!

Bakalım o hâlde, aşağıdaki yalanların (!) hangisinde bir emeğin izini görülüyor?

 

— Sözde babam Alamut'un son İsmailî imamıymış. Bana kara büyü yapmayı öğretmiş." (s. 279; krş. s. 254, 267, 396)

— "Eğer insanın taktığı gözlüğün camlarına olumsuzluk sinmişse..." (s. 230)

— "Fildişi kulelerde âlimler, medreselerde şeyhler, makamında şıhlar, tahtında sultanlarla değil, aforoz edilmişlerle, kalbi incinmişlerle, kenara itilmişlerle yarenlik yaptım." (s. 64)

— "Mevlâna oldum olası gayrimüslimlere iltimas geçti, azınlıklara yumuşak davrandı." (s. 313)

— "Hayal perdesinde Karagöz oynatanlar.." (s. 321)

— "Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır." (s. 397)

 

Sormak gerekmez mi, kara büyü'nün, fildişi kulelerin, aforoz kurumunun, azınlıkların bizim kültür dairemiz içerisinde ne yeri var?

 

Veyahut, 13. yüzyılda gözlük camlarının, kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasının ya da hayal perdesinde oynayıp duran bir Karagöz'ün?

Bu özensizliklerin miktarını artırmaya gerek görmüyorum. Hakikaten Mevlâna'ya babasından nasıl olup da Kamus'ul-A'lâm kaldığı (s. 253) veya kendisinin nasıl olup da İbn Rüşd'ün Tahafut al-Tahafut ismindeki kitabını okuyabildiği (s. 361) gibi tuhaflıkları açığa çıkarmaktan da hoşlanmıyorum.

 

Kısacası, kolunda Seiko marka saatle Rumelihisarı'nın surlarında Bizans gâvuruna kılıç sallayan Battal Gazi edebiyatına katkı sağlamak amacıyla vermiyorum bu örnekleri! Bilâkis kutsal metinlerin kutsallığı karşısında duyarsız davranan bir kaleme, ciddiyetsizliğin hangi raddelerde seyredebileceğini göstermeye çalışıyorum.

……

Pencereden dışarı bakmamın bedelini yeterince ödediğime göre, bir haftama mâlolan bu sevimsiz hikâyeyi herhâlde neşeli bir alıntıyla sonlandırabilirim.

"Şems geldiğimi görünce gülümsedi: "Kerra, seni ayinimize davet ediyoruz."

— "Ne ayiniymiş?" diye sordum.

— "Ruhani, manevi bir raks düzenleyeceğiz. Daha evvel hiç görmediğin türden bir ayin bu. Müzik ve dans ve dua olacak. Hep beraber aşkla Rabb'ı zikredeceğiz." (s. 328)

Postmodern Aşk dediğim de işte tamıtamına bu: Müzik ve Dans ve Dua...

Ne diyebilirim, YENİ ÇAĞ'ı takdimimdir!

* * *

NOT: Belki bazı dostların aklına, üç gündür bunca zahmeti niçin ihtiyar ettiğim sorusu gelebilir.

Cevabı çok basit: Herkes sustuğu için!

 

Facebook
yorumlar ... ( 1 )
13-04-2013
13-04-2013 20:47 (1)
Elif Şafak'tan okuduğum tek kitap: Siyah Süt. Onu okuduktan sonra diğer kitaplarını da merak etmiştim, ama bir türlü okumaya fırsat bulamadım. Anlaşılan bir kaybım yok, hatta kazancım (zaman) olduğu bile söylenebilir.
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211519
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.