Postmodernizm ile ilgili bir önceki yazıma gelen postmodernizmi postmodern bir dille eleştirdiğim eleştirilerinin birleştikleri nokta, bireyi ilişkilerin simgesel evreni, yani dilin evrenindeki yeri içinde tanımlamaya itiraz ile ilgili idi. Ancak bu noktada Marks’ın, insanın kendisini emeğinin ürünü kadar bilebileceği saptamasını anımsamakta yarar vardır. Ürettiği ürün ile doğrudan ilişki içinde olmayan birey için ise kendini tanımlayabilmenin tek yolu, toplumsal simgeselliğin içindeki yerini bilebilmektir. Marks bu konuya şöyle yaklaşır: “İnsanoğlu dünyaya elinde aynayla, ya da ‘ben benim’ diyen Fichteci bir filozof olarak gelmediği için, kendisini önce başka insanlarda görür ve tanır” (64). Yani insan kendisini bilebilmek için bir ayna ilişkisine gereksinim duyan bir varlıktır; bu ayna ya emeğin ürünüdür, ya da ürün ile bağ kopmuşsa ve yabancılaşma varsa toplumun aynasıdır.
Emeğinin ürünü ile doğrudan ilişki içinde olamayan insan, yani kullanım değerinden çok değişim değerinin ön planda olduğu bir toplumda yaşayan insan için kendini tanımlayabilme, bir değer oluşturma sorunudur. Bu bağlamda Marks, üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve genel olarak entelektüel yaşamın niteliğini belirler der (91). Ancak ürüne yabancılaşma durumunda, insanın duyuları ve algıları, oluşan değerin niteliğini doğrudan algılamakta yetersiz kalır. Marks bu konuda şöyle söyler: “Emeğin ürünlerinin, metalar haline, niteliklerinin duyularla hem kavranabilir hem de kavranamaz toplumsal şeyler haline gelmelerinin nedeni, üreticilerin emeğinin ürünü ile doğrudan değil, emek ürünleri arasında kurulan toplumsal bir ilişki dolayısıyla ilişki kurabilmesidir” (82). Yani bu noktada insan kendisini toplumsal yapı yoluyla dolayımlayarak anlayabilir: “Emek kendisini ancak değişim eyleminin yarattığı ilişkiler ağı aracılığı ile dışa vurur. Bu değerdir” (Marks 83). “…metaların değerinin salt toplumsal bir gerçeğe sahip olduğunu aklımızdan çıkartmaz ve bu gerçekliği, yalnızca, özdeş bir toplumsal özü, yani insan emeğini ifade ettiği ya da taşıdığı sürece kazandığını göz önünde bulundurursak, değerin, ancak, metaın meta ile toplumsal ilişki içerisinde kendini gösterebileceği sonucuna kolayca ulaşmış oluruz (Marks 59).
İnsanların dünyası bütünüyle fiziksel şeylerle sınırlı olsaydı işimiz çok daha kolay olacaktı. Ancak Marks’ın fetiş kavramında belirttiği gibi toplumsal evren fiziksel evrenden farklılaşmış durumdadır. “Fiziksel şeyler arasında fiziksel bir ilişki vardır. Ama metalarda bu farklıdır. Metaların varlığı ve bunlara meta damgasını vuran emek ürünleri arasındaki değer ilişkisi ile bunların fiziksel özellikleri ve bu özelliklerden doğan maddi ilişkiler arasında mutlak olarak bağ yoktur. Burada, insanlar arasındaki belirli toplumsal ilişki, onların gözünde, şeyler arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünüyor (Marks 82). Bu âlemde, insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler. İşte metalar âleminde de, insan elinin yarattığı ürünler için durum aynıdır. Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız olan şeye, ben, fetişizm diyorum” (Marks 83). Yani insanın gerçekliğinin, fetişin işin içine girmesiyle birlikte hayali (imgesel) bir gerçekliğe dönüştüğü gerçeği ile yüz yüzeyiz. İnsan ile ilgili tanımlamayı yaparken, karşımızda hayal dünyasının esiri olmaya eğilimli, fiziksel evrenden kopmuş olan bir varlık bulunduğunu göz önüne almak gerekir.
Meta, madde, emek ve değişim değerinden oluşur (Marks 55). Değişim değerinin işin içine girmesi ile birlikte, bu değeri belirleyen toplumsal ilişkiler olduğu için meta, fiziksel evrene değil simgesel evrene aittir. Simgesel ilişkilerin, yani dil evreninin ve dildeki metaforların oluşturduğu toplumsal yapının içinde bir değişim değeri varsa meta vardır (Marks 53). Marks şöyle devam eder: Simgesel evrende değişim değeri olmayan bir değer, imgeseldir ve meta değildir (53, 83). Değer yalnızca, meta ile toplumsalın ilişkisi içinde kendisini gösterebilir (59). “Metaların değer olarak varlığı tamamen toplumsal olduğu için, bu toplumsal varlık ancak kendi toplumsal ilişkilerinin toplamıyla ifade edilebilir ve bunun sonucu olarak değerlerinin biçiminin, toplumsal olarak kabul edilen bir biçim olması zorunludur” (Marks 77). Yani bu iki paragrafın özeti şudur: eğer insanlar kendi dünyalarının içinde bulunan bir eşyayı, benliklerini ya da ötekileri tanımlarken, tanımlamak istedikleri şeyi toplumsal evrenin simgeselliğinde (dil evreninde) sağlıklı bir yere oturtamazlarsa yaşamları tümden hayali (imgesel) bir gerçekliğin içine kayar. Emeğinin ürününe yabancılaşmış ve fiziksel evrenden kopmuş insanı hayali bir dünyaya mahkûm olmaktan alıkoyacak yegâne şey sağlıklı bir toplumsal yapının kurduğu simgesel evrendir.
Simgesel evreni oluşturan şey, toplumsal işbölümüdür (Marks 54). “Metaların içlerinde somutlaşan yararlı emek, her birinde nitel olarak farklı olmadığı sürece, kullanım-değerleri, birbirlerinin karşısında meta olarak duramazlar. Ürünleri genel olarak meta biçimini alan bir toplulukta, yani bir meta üreticileri topluluğunda, her biri kendi hesabına çalışan tek tek üreticilerin bağımsız olarak yürüttükleri yararlı emekler arasındaki bu nitelik farkı, karmaşık bir sistem, bir toplumsal işbölümü oluşturacak biçimde gelişir” (Marks 54). Bu karmaşıklık insanı tanımlarken muallâk bir dil kullanılıyor gibi görünmesinin nedenidir. Sonuçta karmaşık bir dizgenin dolayımlanması yoluyla, hayali bir boyuta düşmüş, önyargılarla yaşayan bir varlığı tanımlamak durumundayız.
Metaları eşdeğer hale getirmekle, metalarda somutlaşan emeği eşitlemiş oluruz. Emek bir birim değildir ama farklı türden metalarda somutlaşana emekler bir birim haline gelir. Yani kendisi bir değer olmayan ama değer yaratan emek, nesne biçiminde somutlaşır (Marks 62). Bu açıdan meta, değeri yansıtan bir aynadır, emeğin de aynasıdır. “Değer ifadesinin sırrı, yani her tür emeğin genel anlamda insan emeği oldukları için eşit ve eşdeğer bulunmaları, insanların eşitliği düşüncesi, halkın önyargıları arasında yerleşmedikçe çözümlenemez. Yalnızca metaların değeri ifadesinde bir eşitlik ilişkisi bulmuş olması bile, Aristoteles’in dehasının parlaklığını göstermektedir. Bu eşitliğin temelinde gerçekte neyin bulunduğunu (her emeğin eşit insan emeği olması) ortaya çıkarmaktan onu alıkoyan tek şey, içinde bulunduğu toplumun özel koşullarıdır (köleliğin bulunması)” (Marks 71). Demek ki içinde yaşadığı toplumun yapısı, yani simgeselliği, yani dil evreni, Marks’a göre Aristo’nun bile gerçekliğini belirlemiştir. Yani emeğin değer ölçütü olabilmesi, insanları eşit tutan bir dizge (yapı) varsa olanaklıdır. Bu açıdan postmodernizm-modernizm ayrımını eğer insanları eşit tutma-tutmama temelinde yapacaksak, öncelikle insanların içinde bulundukları yapının ne olduğunu anlamak durumundayız. Marks’ın vurguladığı gibi, “Metaların mistik özelliği, onların kullanım değerinden doğmuyor” (81). Mistik bir ortamdan yakınıyorsanız, bunu gidermenin yolu kullandığınız dilden önce, değişim değeri ile ilgili sorunu çözmektir. Bu nedenle postmodernizmin mistik yanını doğuran şey kullanılan dil değil, değişim değerinin yarattığı hayal dünyasıdır. Artık tarlasında buğday üreten fiziksel evrendeki insanla değil, imgesel ile simgesel arasında uçuşan fetiş evreninin insanınla yüz yüze olduğumuzu hiç unutmamamız gerekir. Cin çoktan şişeden çıkmıştır ve tüketimin gazına bastığımız sürece de cin güçlenmektedir. Postmodernizme bu gözle bakılmazsa tüm düşün evrenini postmodern ilan etmek kaçınılmaz olacaktır.
Kaynak:
Marx, Karl, Kapital-Birinci Cilt, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, 10. Baskı, Ankara, 2011.