İmdat boğuluyoruz, yetiş modernizm!

Bir postmodern sanatçı olarak itiraf etmeliyim ki, modernizmin ‘sanat için sanat’ ilkesi meğer sandığımdan yaşamsalmış! ‘İleri demokrasi’ ve ‘özgürlük’ soslu, ‘edep ahlâk’ naralarıyla, saçma sapan uygulamalar o kadar sıklaştı ki, nefes almak neredeyse olanaksız hale geldi. Yakında, evlerimize hangi resim ve heykellerin konması gerektiğine ilişkin bir fetva yayınlanırsa hiç şaşırmayın!

1994’te en açık sinyali vermişlerdi aslında. Azade Köker ve Mehmet Aksoy’un heykellerini ahlâksız oldukları gerekçesiyle kaldırmışlardı Ankara Altınpark’taki yerlerinden. O zamandan beri adım adım her yere nüfuz ettiler. İktidarları arttıkça sanat köşeye sıkıştı. Emir vermeleri gerekmiyor; zira birileri durumdan vazife çıkarıyor. Bir gazete, sanırım iki yıl önce, çocukların ahlâkı bozulmasın diye, Kültür Bakanlığı Resim Heykel Müzesindeki Çallı’nın ‘Çıplak’ adlı resminin daha görünmez bir yere kaldırılması gerektiğini yazmıştı. Yine, Bedri Baykam, Mehmet Alabora, Fazıl Say ve daha onlarca sanatçı ve gazetecinin başına gelenler ortada. Yine medyadan öğrendiğimize göre, reklam imgelerine, vitrin mankenlerine takmış durumdalar.

Geçen hafta da Gazi Üniversitesi Merkez Yerleşkesinde, Resim Bölümü binasının içindeki iki çıplak heykelin kaldırıldığını öğrendik. Aslında bu heykeller uzun yıllar binanın dışında sergilenirken, malum nedenlerle bina içine alınmıştı. Şimdi yerlerinde yeller esiyor. Tepkiler üzerine, üniversite müzesinin deposuna değil, sergilenmek üzere müzeye konulduğu söylendi.  Ha depo ha müze, o boyuttaki heykeller için her ikisi de hapishane demektir aslında. Heykel, doğası itibariyle bir açık mekân sanatıdır.

Acımı ve kızgınlığımı içime gömüp, daha serinkanlı bakmaya çalışacağım:

‘Sanat için sanat’, modernizmin en temel ilkelerindendi. Sanatın mutlak anlamda ‘özerk’ olması gerektiğine işaret ediyordu. Sanat ve sanatçı hem ‘geleneksel temsil’ alışkanlıklarından, hem de ‘her türlü iktidar’ biçimlerinden bağımsız olmalıydı. Sanatçı siyasal, cinsel, dinsel ya da ahlâkî bir konuya el atacaksa bile, bunu başkaları değil, sırf kendi istediği için yapmalıydı. İsmail Beşikçi’nin geçenlerde ‘bilim’ için söylediğine, modern sanatçılar 150 yıl önce işaret etmişler, özetle, “sanat, saçmalayabilme ve suç olanı söyleyebilme özgürlüğüdür” demişlerdi.

Bilenler anımsayacaktır, ‘sanat için sanat’ ilkesi, burjuvazinin aristokrasiye karşı açtığı savaşı kazanmak üzere olduğu süreçte, 19. yüzyılda ortaya çıkmıştı. Devrimci burjuvazi, hemen sahiplenmişti bu devrimci ilkeyi. Sanatçılar da özgürlük istiyordu, burjuvazi de. Kilise ve aristokrasinin elindeki silahlardan biri olarak sanatı kendi yanına çekmesi, çok zekice bir manevraydı.

Görsel sanatlarda geleneksel temsil alışkanlıklarına başkaldırma hamlesi, zamanla, her türlü doğal nesneyi çağrıştıran imgelerden mümkün mertebe uzaklaşma düşüncesine yol açtı. Artık özgürce, keyfî bir şekilde deneyler yapma zamanıydı. Soyut (saf, nesnesiz) sanat bu sürecin zirvesiydi. Bu, aynı zamanda, sanatın kurallarının yaşamın kurallarından ayrılması demekti. Böylece, bir izleyicinin, bir resme bakıp, “ama kadının yüzü yeşil olmaz ki” demesi anlamsız hale geldi. Çünkü, o bir ‘kadın’ değil, ‘resim’di; ve sanatın doğrulanması için doğanın ölçüt olarak alınmasına ihtiyaç yoktu. Sanatın kendi kuralları ve amacı vardı. Sanatın biricik amacı yine kendisiydi; o sadece kendine hizmet ederdi – özetle, sanat, sanat içindi.

“Sanat sizin benden istediğiniz değil, benim size verdiğimdir” diyen asi bir sanatçı hiçbir iktidarın işine gelmez. Geçen yüzyılda, SSCB (ve diğer Doğu Bloku ülkeleri), Naziler, dinci bağnazlar ve liberal hükümetler, işte tam da bu yüzden reddetmişlerdi modern sanatı.

İlginçtir, Mussolini, bu süreçte Hitler ve Stalin’den daha zeki davranıp, kendi modernistlerini (gelecekçi sanatçıları) bile isteye desteklemişti. Hitler ve Stalin ise, kurmaya çalıştıkları rejimin güvenliğini gerekçe göstererek, modern sanatı ‘yozluk’la suçlamışlardı. ABD hükümetine gelince; önceleri, komünist olduğu gerekçesiyle ona mesafeli durmuş; ama kısa bir süre sonra bazı müze yöneticisi, galerici ve yazarların sözünü dinleyerek, hararetle destekleme kararı almıştı. Madem Hitler ve Stalin reddediyordu, o halde ABD ‘özgür dünya’nın lideri olarak modern sanatı desteklemeliydi. ABD ve diğer Batı müzeleri, bu desteğin kanıtlarıyla doludur bugün.

Ülkemize gelirsek: “AKP hükümetinden önce sanat açısından son derece özgür bir ortam vardı” diyecek durumda değiliz elbet. Bilen biliyor, geçmişten bugüne şöyle bir kazarsak, bir sürü mağduriyetle karşılaşırız. Ama hiçbir dönemde sanat ve sanatçıların şimdiki kadar sıkıştırılmış olduğunu anımsamıyorum.  Şimdiki ortam, 12 Eylül darbesinin uzantısı ve sonucudur (Kenan Evren de 1986’da Asya Avrupa Bienali’nde bir Polonyalı sanatçının resmini aynı gerekçeyle kaldırtmıştı).

Kendi adıma, o eleştirdiğimiz koşulları bile mumla arar hale geldik. Kısmen de olsa, üniversite kendi sınırlarında, rahat sayılırdı. Caminin kuralları üniversiteye pek dokunamıyordu. Heykellerin kaldırılması, simgesel olarak, şimdi bunun rahatça yapılabildiğini gösteriyor. Oysa, üniversitenin sanat fakültesinde yapılan figürleri, cami etiğine saygı adına, kimse oraya asmaya kalkmamıştı; doğrusu da buydu. O halde, cami etiğinin de üniversiteye dokunmamasını beklemek sanat camiasının hakkıdır. Herkesin ahlâkı kendine. . ‘Özerklik’ ve ‘alanlara saygı’dan benim anladığım budur.

Meğer o yarım yamalak haliyle bile, Cumhuriyet sürecinde devreye sokulan laiklik ne kadar önemliymiş. Uygulamadaki eksiklerin giderilmesini geçtik, daha da karmaşıklaşmış ve budanmış vaziyette koşullar.

Rusya ve Uzak Doğu ülkelerini tam bilmiyorum ama ABD ve Avrupa’da ‘sanat için sanat’, ‘sanatın toplumsal ve ahlaki kurallardan bağımsızlığı’ gibi modernist tartışmalar artık bağlam dışı. Bunlar kazanılmış haklar olduğundan, insanlar postmodern ilke ve kavramlar üzerinden tartışıyor. Örneğin kimi sanatçılar, “modernizmin yaşam ve sanat arasına çektiği katı sınırlar artık anlamsızlaştı, sanat bir süslemeye dönüştü; yaşam ve sanatı yeniden buluşturmalıyız” diyorlar. Tabii, bu düşünceye de Kilise veya siyasal iktidarın baskısıyla değil, sanatın iç sorunları üzerinden giderek, kendi özgür iradeleriyle ulaşmış durumdalar. Meselenin çeşidi ve yoğunluğu, her ülke ve bireyin kendi koşul ve algısına göre değişiyor.

Peki birey olarak ben neredeyim? Büyük resme yukarıdan baktığımda, gördüğüm şu: Postmodern bir sanatçıyım (çünkü postmodern araçları ve temsil biçimlerini kullanıyorum); ama zihnimin kıvrımlarında bazı temel modernist ilkeler, genler taşıyorum – tıpkı bir çocuğun, istese de istemese de, atalarının genlerini taşıması gibi.

Bu genler ‘yenilik’ ve ‘sanatsal-bilimsel özerklik’ genleridir. İktidarın adı ister (solcu, sağcı, dinci, laik, ırkçı, etnik) ‘Parti’, ister ‘Kilise’, ‘Cami’, ‘Cemevi’, isterse ‘Toplum’ olsun; eğer sanat ve bilimin yaşamasını istiyorlarsa, bunlar kendi ahlâkî kurallarını sanata dayatmaktan vazgeçmelidir. Çünkü sanatın ve bilimin kendi ahlâkları vardır. Onların ahlâkı, özgürlüktür. Ondan uzaklaşmak, sanat ve bilim için öldürücüdür. Şu an karşı karşıya olduğumuz tehlike budur.

Mehmet Yılmaz

 

Facebook
henüz yorum yapılmamış
16-12-2013
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211035
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.