İlk olarak, sanırım bundan on sene kadar önce, Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürürken denk gelmiştik. Ayakkabı boyacısı küçük bir kardeşimiz boya sandığını düşürmüş, boyalar ortalığa saçılmış; kendisi cam kırıkları arasında yere çömelmiş, başı önünde ağlamaklı… Feci, iç burkan, can sıkıcı bir manzaraydı. Şefkat, sevgi ve yardımlaşma duygularını ayağa kaldırdı haliyle.
“Canım geçmiş olsun, düştün mü?” (…) “Yaran falan yok değil mi, iyi misin?” (…) “Çok paramız da yok ama al bunu bak, üzülme, kendine yenilerini alırsın ha!” (…) “Hadi, hadi üzülme artık, geçmiş olsun, canına bir şey gelmesin de, alırsın işte yenisini, ne var ki.” (...).
Söylediklerimize ve geçmiş olsun dileklerimize, bir, iki mimik dışında yanıt alamasak da, “birazdan toparlar herhalde” umuduyla, yardımımızı yapıp devam etmiştik yolumuza.
Birkaç saat sonra bu defa Ortaköy’den Beşiktaş’a geri dönerken, aynı yerde, aynı çocuğu, aynı pozisyonda ve başka yardımları kabul ederken gördüğümüzde şaşırmıştık başta. Sonra bir şüphe. Ardından hafif bir “aldatılmışlık hissi” ve kızgınlık diyelim.
Gelip geçenden “iyice bir para toplamak” için “numara” yapıyordu belli ki kardeşimiz. Tabii boyacılık yapınca kazanacağı üç, beş kuruşun yerine; küçük bir “oyun” tertipleyip otuz, elli kuruş kazanıyor diye çocukcağıza kızmanın da bir alemi yok(tu), öyle değil mi? Ama yine de bir “hoş” oluyor insanın içi. Biraz önceki “manzara”nın getirdiği üzüntü ve yaşanan duyarlık bu şekilde ve birden silinince, “masumiyet çağrısının ortasında tuzağa düşürülmüşsün”, kandırılmışsın gibi bir his işte.
Çapraşık duygular arasında memleketten hazin bir yoksulluk manzarası neticede! Basit bir manzara ama birçok duygu ve soruyu aynı anda harekete geçirebiliyor.
Bu “manzara”ya sonrasında da defalarca rastladım, İstanbul’un merkezi semtlerindeki farklı sokaklarda, kaldırımlarda, üst geçit merdivenlerinde, orada burada. Şehrin “hassas ve ilgili nüfus”u durumu tümüyle çakozlayana kadar ya da başka bir ifadeyle, bu yeni “numara” ve dilenme biçimi bir tür “doygunluğa” erişinceye kadar 6, 7 sene devam etti sanırım. Arada küçük çaplı sataşmalar, hatta çatışmalar da çıkmıştır herhalde.
Bu sataşmaları ve kardeşlerimizin oyunculuk kabiliyetlerini “doğrudan” göremesem de, olayın izlerini orada burada gördüm hep, görmeye de devam ediyorum. Zincirlikuyu metrobüs durağının oradaki üstgeçitte var mesela bugünlerde aynı boya izleri. Üzerinden yürüyüp geçenler, yağmurlar, çamurlar vb. zamanla aşındırıp silikleştirse de, boya lekeleri duruyor hâlâ birçok yerde.
Sorulara ve farklı hislere yol açıyor demiştik. Büyük şehrin insanının yolda yürürken çevresine dönük genel duyarsızlığına (Gezi’yle birlikte kırıldı artık bu, değil mi?), kanıksamaya, vicdana, insafa, merhamete dair sorular bir yanda; uyanıklık, gözü açıklık, beceri, kandırı, acındırma ve benzerleri diğer yanda. Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma üçlüsü de kafayı uzatıyor hemen bu salınımların arasında. Dilencilik sektörü var sonra, çocukların suiistimal edilmesi vb. vb.
Bir taraftan da daha büyük, meselenin özüne inen toplumsal sorgulamalar başlayabiliyor: Bu düzenin yarattığı çaresizlikler ve yoksulluğun ortasında, bir şekilde geçimini sağlamaya çalışan insanlara dair daha yaşamsal soru(n)lar beliriyor. İnsanlığı, hem de çocukları ve onların masumiyetini kullanarak böylesi bir çaresizliğe ve “oyunlara” iten gerçek nedenleri ve eşitsizliği ortadan kaldırmadığımız sürece, kim bilir daha ne manzaralarla karşılaşabileceğimize dair sıkıntılı sorular bunlar. Ancak olayların sıcaklığında, bireysel temas noktasında konunun bu kapsayıcılığı ve toplumsallığı gelmiyor akla; o geri planda, okuduğumuz kitaplarda, kaleme aldığımız yazılarda kalan genel bir bilgi oluyor. Boyacı çocuklar bir yana, örneğin tinerci kardeşlerimizle yaşadığımız ilişki, bunun daha da keskini değil mi?
Peki, bu sandık olayı nereden geldi şimdi aklıma? Yine “keskin” bir örnek yaşadığımız için herhalde.
Geçtiğimiz hafta, kağıt, plastik, mukavva vb. toplayan bir geri dönüşüm emekçisi kardeşimizin, peşinde sürüklediği o çuvaldan aracın önünde birdenbire fenalık geçiriyor gibi olup yere devrilivermesi, bizim de aklımızı karıştırıverdi. Numara mı yapıyordu, sahici bir kriz mi geçiriyordu? Karşıdan gelenleri “hesap ettiğini”, en uygun anı kollayıp harekete geçtiğini görmedik mi sanki? Yere devrilme biçimi de çok inandırıcı değildi sanki; koşa koşa birilerinin üzerine doğru gelirken elini göğsüne götürüp nefes alamıyormuş gibi garip hareketler yapmasına ne demeli? Yoksa, bütün bu “çarpık manzaralar”a rağmen gerçek bir kriz miydi? Kalp değil de, sara nöbeti falan olabilir mi? Yardıma koşanlar neler fark etti ve de hissetti? Çok benzer bir olayın başka bir yerde çok benzer bir şekilde yaşandığını gördüklerinde neler hissedecekler veya neyi fark edecekler? (Bu “olay” da yaygınlaşmaya başladı mı yoksa?)
“Maalesef yine gerçek bir kriz değilmiş!”… böyle denebilir mi?
“Neyse ki bu defa yalan dolan değilmiş, gerçek bir krizmiş!”… peki, böyle denebilir mi?
Ya da “Tüh be, yine numaraya denk geldik, boşuna para verdik!”, “Ahhh, yürüyüp geçtik ama ya gerçekse”, “Neyse, gerçekmiş iyi ki yürüyüp geçmemişiz!”, “Amaaan bunlar hep numara, birileri kanıyor hâlâ”, “Neyse biz ilgilenmedik ama birileri ilgilendi” vb. vb.
Gerçek/sahici olan ve yalan dolan belirsizleştiğinde, insanın ne yapacağı, ne diyeceği de karışabiliyor işte böyle.
Pek yeri değil ama nedense aklıma seçim sandığı da geldi. AKP’nin hep “mağduru oynayarak” topladığı oylara da gitti aklım işte bir şekilde. Çok farklı bir ölçekte, toplumsallıkta ve şiddette olsa da: “mağdur edebiyatı”yla başkalarını aldatma ve oyları/paraları toplama durumu benziyor sanki birbirine. Meselelerin toplumsallığı sorgulanmadığı müddetçe böyle paralellikler kurulabiliyor.
Yine de sandığı deviren çocuğun “mağduriyet”indeki “masumiyet” bile yok bu ikinci türden “mağdur rolü”nde!.. Hem artık belli bir “doygunluğa” erişmedi mi onlarınki de; bu saatten sonra kim inanır ki AKP’nin ve Tayyip’in mağdur olduğu hikayesine? Hâlâ inanıyorlar mı? Yahu bunlar kaç yılın muktediri değil mi?..
Ah sandık ah, vah mağdur vah, siz nelere kadirsiniz sahi…
Ali Mert