“SOĞUK YAZGI”: ŞİİRDEKİ İNSAN, İNSANDAKİ ŞİİR
Aşk’ı anlatmanın, onu yaşamaktan daha zor oldu kesin. Bu nedenle, dünyadaki insan sayısı kadar aşk tanımı var. Aşkın bir tarihi de yok. Bunları düşünürken Yavuz Turgul’un yönettiği ‘Eşkıya’ filmi düştü us’uma. Filmin kadın kahramanı Keje’ye Baran ve çocukluk arkadaşı Berfo sırılsıklam aşıktır. Berfo, Keje’yle birlikte olabilmek için Baran’ı ihbar edip tutuklatır. Karşılaştıklarında Berfo; Baran’a karşı kendini söyle savunur: “Demek sen benim yaptıklarıma ihanet diyorsun ha? (…) Aşkım için yaptım ulan! Ahlaksızlık mı? Evet yaptım. Ben en yakın arkadaşımı, seni, jandarmaya ihbar etmiş adamım. Sen yapabilir miydin benim yaptığımı? (…) Ama ben yaptım. Aşkım için ulan! Şimdi söyle bana; hangimizin aşkı Keje'ye daha büyük ha? Hangimizin? Hangimiz Keje için böyle büyük bir günaha girmeyi göze alabildik? Ben bu aşk için cehennemde yanmaya hazırım. Ya sen?” Bu sözler karşısında Baran’ın söyleyeceği bir şey olmaz. Yapılan ihaneti kabullenmez; ama Keje’yi alıp gitmez. Genç bir çocuğu korumak için hayatını bir kez daha ortaya koyar. Bir aşk öyküsü çerçevesinde bireysel, toplumsal olgu ve olaylar, ahlâkî değerler, töreler, feodal açmazlar, ekonomik işleyiş, çeteleşmeler, kır ve kent yaşantısı ortaya konulur bu filmde. Elbette böyle de olmalıdır. Çünkü ‘aşk’, hiçbir zaman, sadece bir ya da iki kişiyle sınırlı, yalıtılmış bir olgu değildir. Bireysel olduğu kadar toplumsaldır. Etkileyen olduğu kadar etkilere açıktır. Bir aşk yaşanırken, yaşamın getirdikleri ve kişinin kültürel yapılanması araya girebilir. Luis Aragon, Elsa ile yaşadığı aşk üzerinden ‘Mutlu aşk yoktur’ deme gereği duyar ve Hitler Almanya’sının Fransa’yı işgal etmesini bunun nedeni olarak gösterir. Aşk, kendini belirlemek ister; ama toplumsal etkenler de aşkın ayrılamaz bir parçası olarak hep işlerliktedir. Bu gerçek, nedense dikkate alınmıyor. Yazılan aşk tema’lı şiirlerde toplumsal, politik, ekonomik etkenlere, hiç yer verilmiyor. Türk şiirinin aşılması gereken sorunlarından biri de bu. Kadir Aydemir bunun farkında olan bir şair; ama bilinçli olarak bu kavrayış üzerine kurmuyor şiirini. ‘Soğuk yazgı’ (2014)* adlı kitapla yeni bir algı öneriyor.
Sessizliğin Bekçisi (2002), Dikenler Sarayı (2003), Rüzgârla Saklı (2007) adlı kitaplarında derinliğine araştırarak; bulup geliştirdiklerini Soğuk Yazgı’da, derli toplu ortaya koyuyor. Kitabının alınlığında “Her şeyi yırtıp atabilirsin, / ama bir gün / bir kitap içinde saklanan / mektup ya da fotoğraf / sana tek el ateş eder. // Anılar ölümsüzdür sen değil.” diyerek başlattığı şiirlerini; bütünüyle bu algı üzerinden kurguluyor. Bu kavrayış, şiirlerin öznesini de belirliyor. Bu özne ağlamıyor, çığlık atmıyor. Tragedyasını yaşayan biri, bu nedenle donup kalmış durumda. Bir bakıma, duyguların cenderesinde sıkıştırılmış. Hareket alanı hiç yok. Ercüment Uçarı’nın‘Kuyuda Yusuf’u gibi, kendisiyle bir başına. Ercüment Uçarı bu kitabında, kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf’un konumunu tam verebilmek için; hiç eylem (fiil) soylu sözcük kullanmayarak, onun oradaki hareketsizliğini belirlemek istemiş; her şeyi düşsel, düşünsel yaşamak zorunda kalışını somutlaştırmıştı. Bu aranış, Türk şiirinde tipik bir örnektir. Kadir Aydemir’in şiir öznesi de aynı konumda. Geçmişin geleceğinde bir başına. Bir daha, hiçbir zaman yaşayamayacaklarına bakıyor, onları düşünüyor. Düşünmesine / düşlemesine olanak sunan sözcüklere tutunuyor. “Tek silahım var: / Sözcükler sözcükler sözcükler!” dizesiyle de bunu ortaya koyuyor bana kalırsa. Bir içsel konuşma bu şiirler. Bir aşk kırgınının kendi kendine konuşup durması bu. Bunu yaparken kimseyi suçlamıyor. Neden göstermiyor. Yaşanılan yıkımın toplumla, başkalarıyla; ekonomik, ideolojik, etik, ahlâkî etkenlerle hiçbir ilişkisi yokmuş gibi, anlatmak istediğini her şeyden yalıtıyor. Bunların yerine doğa’nın saflığına yöneliyor. “Kar yağarken / Doluyor bir boşluk aramızda / Öfkeli bir dal / Ağırlaşıp eğiliyor buzlu geçmişe // Merak etme, hepsi aramızda kalacak / Üşüyen ellerin, denize attığın taş / Ve kılıcı yalnızlığın / Uykumla birleşen saçların bir de // Ah, varamazsın farkına / Kar yağarken bembeyaz / Birden, yaşlandım işte.” dizelerinde olduğu gibi yaşanmışlıkların tanığı ‘kar, boşluk, dal, buz, deniz, taş…’ gibi doğadan seçilmiş öğeler oluyor. Bu açıdan bakıldığında Kadir Aydemir’in şiirlerinde doğa’nın önemli bir izlek olduğu söylenebilir. Daha önemlisi insanları öğesini dışta bırakarak; onları yadsıyor bir bakıma. Böylesi köktenci bir yadsıma, yakıcı bir eleştiriye, olumsuzlamaya dönüşüyor. Bu poetik tutumun Türk şiiri için yeni bir deneyim olduğu, rahatça söylenebilir. Sanırım, bu nedenle önemsenmesi gerekiyor. Ahmet Oktay, Kadir Aydemir’in “Gölün tuzdan kadehi / Sızmış oraya gezgin gece / Yankının kovuğu, / Camdan okları güneşin / İki ay mı var gökte? / Biri daldaki kuşun gözü.” dizelerinin yer aldığı şiir dosyasını okuyup her açıdan onun şiirini olumlamış ve “Attığımız zar, Türk şiirine iyi bir şair kazandırmış olsun.” demişti. Ahmet Oktay’ın attığı zar karşılığını bulmuş görüyor. Elbette, ne söylense eksik kalacaktır. Bir şairin/şiirin dünyasına girmek, o şiirlerin içerisinde kaybolmayı gerektiriyor. Her iyi şiirin böylesine derinliğine okumalara gereksinmesi var. Yüzeysel yaklaşımlar, her zaman şiire zarar vermiştir çünkü.
‘Soğuk Yazgı’; ‘Aşk Kırgını’, ‘Uzaklar’ ve ‘Haikular’ adlarını taşıyan üç bölümden oluşuyor. Savaş Çekiç’in illustrasyon desenleriyle, yabana atılmayacak bir bütünlük oluşturuyor. Bu desenlerdeki şiiri de görmek önemli. Şiirdeki resim, resimdeki şiir buluşması bu. Cemal Süreya, ‘Mardin’ adlı şiirini “Kılıç kalkan gürz ve at / Tâ çocukluğumdan beri / Ne buldumsa okudum / Sonunda anladım ki / Bir kitapta resim şart” dizeleriyle bitiriyor. Tam da buna bir karşılık oluyor Kadir Aydemir’in kitabı.
Veysel Çolak
*Kadir Aydemir, Soğuk Yazgı, Yitik Ülke Yayınları, Ocak 2014
**Ercüment uçarı, Kuyuda Yusuf, kendi yayını, İstanbul 1962
Bu yazı daha önce Aydınlık Kitap ekinde çıkmıştır.