Fikir kaosunda Atatürk’ün, Lenin’in liderlik anlayışları nasıldı?

Evrimbilimci siyaset -1

“İnsan Bu” sayfalarında da görüyorsunuz, yazarlar birçok temel meselede anlaşamıyor. Olsun, hepsi solcu, hepsi iktidara karşı, önemli olan bu, diyebilirsiniz. Varsınlar, ideolojinin, felsefenin, sanatın değişik yüzlerinde birbirleriyle ayrı düşsünler. İşte o öyle olmuyor, günlük siyasette bile ciddi farklılıklara, aykırılıklara yol açıyor temeldeki fikir uyuşmazlıkları. Bu, bir yere kadar doğal karşılanabilecek bir şey, olumlu bakarsak zenginlik getiren bir şey.

Fakat baştan söyleyelim, Türkiye’de hayatın her alanında mücadeleye zarar verecek ölçüde aşırı bir fikir çeşitliliği hüküm sürmekte. Tek tek insanların büyük çoğunluğunun üstünde inatla durdukları fikirler kolay kolay tartışmayla, kanıtla, belgeyle, zorlu ikna çabalarıyla değiştirilemiyor. Söz konusu fikir sabitlikleri araştırmaya, okumaya, akıl emeğine dayanan sabitlikler değil çoğun. Kişinin doğrudan karakteriyle ilgili saplantılar, “doğru” ya da “yanlış”. Fakat konunun o yönü bu yazının konusu dışında. Her türlü uğraşa, işe, mücadeleye zarar verecek kadar abartılı görüş ayrılıkları kabul edilebilir düzeye nasıl indirilebilir, onu tartışacağız burada.  

İşte o, biraz nesnel koşullara, büyük ölçüde ise siyasi liderliğe bağlıdır. Nesnel etmenin başta geleni insanların hayattan öğrenmeleri. Yaşamın, mücadelenin, ortak ihtiyaçların  dayatmaları bazen fikir çeşitliliklerini belli bir düzeye indirir. AKP’nin isyan ettirici küstahlıkları karşısında birbirinden tümüyle ayrı düşünen insanların aylar boyunca birlikte hareket etmelerindeki gibi. Ama konumuz o da değildir. Bu yazıda liderliğin işlevini gözden geçireceğiz.

Katılımcılık nedir, despotik liderlik nasıldır?

Despotik liderliğin katılımı azaltacağında, fikir çeşitliliğini giderip bu kez de olumsuz yönde fikir fakirliğine yol açacağında, sonunda mücadeleyi kısırlaştırıp zayıf düşüreceğinde aydınların büyük çoğunluğu hemfikir. Ama hâlâ aksini düşünenler, Lenin’i, Atatürk’ü örnek gösterip başarıya ancak böyle ulaşılabileceğini savunanlar da azımsanamayacak oranda. Üstelik bu kesim daha örgütlü, daha etkili.  

Doğru ne peki? Doğru ikisinin ortasında.

Önce şunu saptayalım: Bir karar alacaksınız, mümkün olan en büyük kalabalığı toplayıp tartışıp, oylama yaparak mı almanız doğru; yoksa karar alıcı “özne”yi olabildiğince daraltmak mı?

Konu görece basit konularsa ve o düzenekleri oluşturabilecek irade ortaya çıkmışsa geniş katılımlı toplantılar ve sonucunda yapılan oylamalarla karar almanız en doğrusu. Bu bir kent forumu olabilir, bir sendika işlevi olabilir, grev kararı gündemdedir örneğin, bir meslek odası faaliyetidir, “şehir demokrasisinin” işletilmemesi için gerekçe bulunmamalı. Oradan çıkacak karar ortalamada en sağlıklısıdır ve sonraki mücadelenin güçlenmesini sağlayabilecek en etkili yöntemdir.

Fakat konu diyelim bir siyasi parti çizgisi konusuysa, ülke çapında bir siyasi kampanya söz konusuysa, ülke çapında bir siyasi duruş saptanacaksa vb. , yani gündemdeki şey çok daha genel ve ciddi bir meseleyse, karar nasıl alınacak?

Despotik görüş der ki, orada forum, geniş katılımlı toplantı, anket falan yapılmaz, siyasi lider en “doğru”yu seçer. Uygulama da böyledir zaten. Siyasi partilerimizde tüm önemli kararlar, kampanyalarda öne çıkarılacak sloganlara varana dek, en çok üç beş kişinin kafa kafaya vermesiyle çıkar. Lenin’in, Atatürk’ün veya Mao’nun yönetim tarzı böyle midir ya? Asla. Haklarındaki tüm “despot” suçlamalarına karşın bu liderler kararları en sonunda yine tek başlarına alırlar belki, ama olabildiğince fazla sayıda kafası çalışan insanı, bazen yüzlerce kişiyi karar öncesi veya sonrası tartışmaya katarak, ikna çabasını hiç aksatmaksızın alırlar. Bakın biyografilerine, o doğrultuda hemen her eşikte ne büyük uğraşlar vermişlerdir. Hiçbiri, ben “böyle buyurdum, uygulanacak” demekle yetinmemişlerdir.

Yanlış liderlikte eleştirilen şey, önemli siyasi dönemeçlerde tek kişinin veya üç beş kişinin karar alması değildir kesinlikle, bilimsel bakımdan. Eleştirilen şey bu olmamalıdır. Siyasi parti kongreleri karar alma yerleri değildir pratikte ve öyle de görülmemelidir. Buralar katılımın vitrinleridir sadece. Yapılması gereken şey, bir karar almadan önce veya hiç değilse sonrasında bunun doğruluğunu veya yanlışlığını açık biçimde tartışabilmek, insanları tek tek ve gruplar halinde ikna çabasını hiç mi hiç hafife almamaktır. Bu siyasi mücadelenin ta kendisidir. En etkili siyasi mücadele böyle yapılır. Siyaset önce yakın çevreden başlar. Zor ve yıpratıcıdır, emek ve yetenek ister. Ancak buna gücü yetmeyenler talimatlarla işi götürmeye kalkar.

Bugün şirketlerde bile holding patronları birçok kararı ben öyle uygun gördüm diye bildirmiyor çalışanlarına. Değişik katılım düzeylerinde bir dizi toplantı gerçekleştiriliyor. Oralarda herkes fikirlerini, önerilerini, itirazlarını dile getiriyor. Sonunda pek çok durumda yine patron’un baştan planladığı karar alınıyor. Ama olsun, toplantılara katılan herkeste, aksi fikir savunsalar bile “bu karar ortak kararımız” algısı doğuyor. O algı, duygu, sonraki çalışma, dayanışma, birliktelik, motivasyon ve başarı için çok önemli bir şey. Büyük burjuvazi bunları okutuyor, öğretiyor.

Ya bizim kesimde, sosyalist çevrelerde nasıl yürüyor süreç? Bilimsel liderlik anlayışında tüm kararlar geniş katılımlı toplantılarla oylama sonucu alınır diye bir şey yok. Çoğunluğun dediği doğrudur diye bir şey kesinlikle yok. O kararı isterse tek bir kişi alsın ve kararları sürekli o alsın. Ama fikir sorarak, danışarak ham kararı gözden geçirerek, düzelterek, değiştirerek, bazen de tabii bu görüşler doğrultusunda taslak kararı tümden iptal ederek alsın. O şirket çalışanlarının, sıradan bir işçinin dile getirdiği bir cümlenin kampanya metnine girdiğini görmesi, yapılan bir esprinin mottoda yer aldığını okuması çok şeyi değiştiriyor.

Aksi durumda ne oluyor biliyor musunuz? Örgütlü ve örgütsüz sol yığınlarımızda şu oluyor: Bıktıracak kadar fikir çeşitliliği yine devam ediyor, ama önemli bir konuyu ciddi bir şekilde tartışmaya kalktığınızda herkes suspus kesiliyor. İş ciddiyete binince fikir çeşitliliğinin son derece yüzeysel seyrettiğini, yaratıcı bir işlev kazanamadığını görüyorsunuz.

Düşünmemeye, karar süreçlerinde rol almamaya şartlandırılmış örgütlü veya örgütsüz bireyler yüzeysel bir fikir küstahlığıyla ileri geri laflar ederken bu çeşitlilikten bir zenginlik çıkarmaya kalktığınızda pek açık bir fikir korkaklığı ormanıyla yüzleşiyorsunuz. Dahası o fikir yüzeyselliği etkisini sıradan insanlarla tartışırken de gösteriyor. Fikri dar ve derinliksiz sol “özne” karşıdakini ikna edebilecekse de edemiyor. Böylece birey veya grup farklı düşünenleri ikna çabasından büsbütün vazgeçiyor. Kendi gibi düşünen insanlarla yüzeysel konularda sohbeti yeğliyor. Orada bile derine inemiyor, çünkü az derine inince fikir aykırılıklarının ciddi boyuta çıktığını anlayıp geri kaçıyor.  

Sol gazetelerimiz, ideoloji, felsefe, sanat, tıp vb..

Aynı problem. Herkes AKP’ye karşı. Bir şeyler yazılıp çiziliyor. Herkes solcu ve sosyalist… Bu iş bu kadar mı? Hiç değilse yüzde 10-15’leri kucaklasak, devrim yakın olsa, “bırak, ayrılıkları kaşıma” deriz, “devrimden sonra bol bol tartışırız.” Şimdi de öyle diyelim hadi, ama öyle derin ideolojik farklılıklar var ki yazılar, haberler, yorumlarda… Bunlar siyaseti öyle ciddi etkiliyor ki…

Liderlik ne yapmalı bu konuda? Fikir çeşitliliğinin giderek sol gazetelerimize de yansıması ve bunun en azından görünüşte engellenmeye çalışılmaması iyi bir gelişme. 80’den sonra sol- sosyalistler o noktada mesafe kaydetti.  

Fakat bu kez de tersi yönde mi bir aşırılık var acaba? Liderlik artık tek bir noktaya odaklandı da, o konu haricinde fikir çeşitliliklerine fazla mı aldırmaz davranıyor. Fikir çeşitliliği bulunmalı, değişik uçlar bir gazetede yazabilmeli, ama hemen her konuda liderlik kendi çizgisini de ima etmemeli mi? Bilimsel düşünürsek etmeli. Ayrıca tüm bu “çeşitlilik” içinde çatışma doğurabilecek bir tartışmaya yine de izin verilmiyor. Taşlar bağlanıyor. Ne derece sağlıklı? Geçmişin “fraksiyon tartışmalarını” özler hale geldik. Hayli yapay değil mi bu birbirine karşı suskunluk, aynı kişiler günlük konuşmalarda birbirlerine saydırmıyor mu sanki!

Son olarak şunu söyleyelim. Doğru liderlik “mutlak doğru”yu savunan liderlik değildir. Mutlak doğru diye bir şey yoktur zaten. Doğru liderlik birçok değişik açıdaki doğruyu birleştirebilecek, en kalabalık, en güçlü şekilde birleştirecek “optimal-en uygun” ortak doğruyu seçebilmektir. Böyle bir liderlik ortaya çıktığında tüm abartılı fikir çeşitlemeleri olabildiğince toplanırlar, işlevselleşirler. Ya da tam çatışır ve ayrılırlar. Sözün özü fikir çeşitliliğine de ilaç liderliktir. İnsanlığın gereksinimi fikirlerde disiplinsiz özgürlükçülük değildir, başıboş özgürlükçülük daima yanlışa götürür. Bilimsel tartışmalar bile bir disiplin içinde yürütülürse fayda sağlar. Gereksinim doğru liderlik etrafında geniş katılımcılıktır. Lenincilik, Atatürkçülük vb. budur. Doğru liderlik dogmatiklik, katılık değildir, akılcı esnekliktir. Esnek, ama omurgalı. Eskinin tekrarı değildir, yeni bir tarzdır.  Lenin’i, Atatürk’ü bir kez daha yinelemek Lenincilik, Atatürkçülük değildir.

Sosyalizmin temel ayaklarında tam bir fikir birliğine varmış 300 sıkı aydın ülkeyi kökünden sallar, devrim bile yapar. Ama bizler ya tek ayak üstünde, kof bir fikir birliğindeyiz ya da sıkı değiliz.

Kaba Marksizm kuramda liderin önemini hep küçümser. Lideri ortaya çıkaran koşulları, ondan sonra liderin dayandığı kadroları öne çıkartır. Pratikte ise hep tersi uygulanır. Gerçek olan da budur. Hayata uygun olan, milyon yıllık genetiğimize denk gelen. Başarıda da başarısızlıkta da en önemli pay liderliktedir.  

Doğru siyasi liderlik kolaycı, başarısız, despot liderlik uygulamalarını da, her şeyi forumla, oylamayla çözebileceğine inanan sözde özgürlükçü sosyalizm anlayışlarını da bir kenara koyacak, kitlelerin duygudaşlığını kazanacaktır.

Kaan Arslanoğlu      

Facebook
yorumlar ... ( 9 )
13-09-2013
13-09-2013 10:13 (1)
Olağanüstü dönemlerin liderliğini olağan dönemlerle kıyaslamamak gerekir. Halk olağanüstü dönemlerde doğru lideri ve doğru kararı ayırır(dı). Bugünkü sorun liderlik sorunundan ziyade halkın durumun olağanüstü bir durum olduğunu algılamasını engelleyen propaganda süreçlerinin güçlülüğü. Bir de, belki daha da önemlisi, bu olağanüstü koşullarda dışarıdan akıtılan paralarla halkın refahında iyileşme sağlanmış olduğu hissinin yaratılması. Doğru algıyı nasıl kurabiliriz? Mutluhan
13-09-2013 10:24 (2)
Kaosa devam diyorsun yani sevgili Mutluhan.Sorunu belirleme, çerçeveleme çabasını(çerçeveleme sosyolojide çok önemlidir)bulanıklaştırmaya devam. Öyle olsun.Bugün solun propaganda olanakları hiçbir zaman olmadığı kadar fazla.Bunu kullanamıyoruz, çünkü sorunu belirleyemiyoruz halka. Senin bu topu taca atan yorumunu liderlerimiz çok tutacak:) Ben milyon yıllık sürü-kabile genlerinden, buna uygun davranmak veya davranmamaktan bahsediyorum. Yoksa "suni denge" kuramından mı söz ediyorsun? Kaan A.
13-09-2013 10:54 (3)
Hayır ben Marks'ın fetiş kavramından yola çıkıyorum. İnsan ancak ürettiği ürün kadar kendisini tanıyabilir. Bugünkü gibi havadan paranın aktığı, retmeyen ama bolca tüketen insan fetişist bir yapıya büründü, kişilikler, algılar, toplum yapısı fetişist. Ekranda durum bu, sen de busun deniyor, işi bağlıyorlar. Üretimin aynası kayıp olunca, yandaş medyanın aynasına bakıyor herkes. Mutluhan
13-09-2013 11:00 (4)
Ben de diyorum ki Mutluhan, sen ve ben sadece ikimiz bir siyasi lideri çıldırtmaya yeteriz. Ama bizden on binlerce dolaşıyor ortalıkta. Bizim gibileri görüp çıldırmayacak sağlam liderliğe ihtiyaç var. Marx'ın fetiş kavramından çıkan sonuç ne? Hiçbir şey. Demek ki bu düzen böyle devam edecek sana göre. O genel algıyı kim nasıl kıracak, bunu gündeme getirmeye çalışıyorum. Ama ben pes ediyorum. Artık inan bir şey demiyorum sana. :)) Kaan A.
13-09-2013 11:15 (5)
Kaan biz sadece birbirimizi çıldırtabiliyoruz, siyasi liderler üzerinde bu etkimiz sıfırlanıyor, yine de birbirimizi çıldırtarak antremanlı kalalım, ne zaman etkili olacağımız belli olmaz:))
13-09-2013 12:20 (6)
Bu yazıya tümüyle katılıyorum.(Nasıl olduysa!)Yazıda örgüt aşamasında veya iktidardayken,suikast planlamayan,teorik,iç muhalefetini öldürerek tasfiye eden siyaset anlayışı ele alınmamış.(Belki 2.bölümde yazılacak)Önder O'dur ki,dönemin-siyasetinin-kitlesinin-tarihi kavşağın-sürecin tüm bileşenlerini ruhunda,aklında sentezlemiştir!Tek insan değildir;ölmüş ya da yaşayan milyonlarca kişidir!O bunu bilmez!Kitle onu bilir-tanır,ortaya çıkartır!Varsa eğer!Önder gelecek 50-100yılı hesaplar!OG
13-09-2013 23:57 (7)
Büyük liderler denildiği üzere olağanüstü dönemlerde farkını ortaya rahatça koyarak temayüz edebilir...Ancak günümüzde post-modern ve post-yapısalcı yaklaşımlar algıyı sirk aynalarındaki gibi bozuyor..Günümüz lideri öncelikle bu aynaları kırmalı...Mutluhan arkadaşımızın bu konudaki yazısı çok güzeldi...Lider eleştirel teori üzerinden gidip yeni ve ortak bir algı oluşturmalı...Post-modern v
13-09-2013 23:59 (8)
Plehanov'un referans olmayı sürdürdüğünü düşünüyorum. Birlikte iş yapabilme "becerisi" geliştirmemiz gerekiyor. İnönü olmasa Atatürk ne kadar Atatürk, Troçki olmasa Lenin ne kadar Lenin olurdu sorusu belki daha kritik. Eleştirinin ne kadar değerli bir şey olduğunu kavrayamıyoruz. Bir de "dava adamlığı" meselesi var; dava adamı için davası kendisi dahil herşeyin önünde gelir. Bizde bu tanıma uyabileceklerin say
14-09-2013 22:46 (9)
Sıkıntı temel ayaklarda tam bir anlayış birliğine varabilme meselesi. Bu konuda E. Yıldızoğlu gibi birikimli insanlarımıza çok iş düşüyor. Sayın Aslanoğu'nun sorularına vereceği cevabı sabırsızlıkla bekliyorum. Ben halka sosyalizm ve geleceğe dair inançla net şeyler sölediğim berrak bir düşünceyi kitlelere maletmek için çabaladığım günlerdeki yapıyı özlüyorum
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211417
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.