HEPİMİZ PİERRE RİVİERRE’İZ, YAPI OLMADAN BİRER HİÇİZ
Alan Sokal’ın Şakanın Ardından adlı kitabı, yapı ortadan kalktığında karşımıza nasıl bir saçmalığın çıktığını yüzümüze tokat gibi vuran bir kitap oldu. İki fizikçinin yapıyı bir kenara bırakarak rastgele seçtikleri cümlelerle oluşturdukları makalenin postmodernist tanınmış bir dergide kolaylıkla kabul görmesi, postmodernizmin neyi amaçladığı, nasıl bir dünyanın peşinde olduğu ile ilgili soruları arttırdı. Anlaşılmaz bir karmaşaya dönüşen metinleri baş tacı eden postmodernizm, yazılı eserler üzerindeki etkinin bir benzerini insan üzerinde de oluşturuyor mu? Oluşturuyorsa bu etkileşim nasıl bir insan görünümü yaratıyor?
Kartezyen özneyi ve Kant’ın doğruyu bilen öznesini, merkezdeki yerinden eden Hegelci yaklaşım, yapıyı gerekli hale getirmiştir ve özneden daha öne çıkartmıştır. Hegel’in amacı özneyi yok etmek değil, özneyi tanımlarken yapının ne derece önemli olduğunu vurgulamaktır. Ancak bu noktadan hareket eden yapısalcılar abartılı biçimde özneyi göz ardı ederek bütünüyle yapıyı elde kalan tek şey gibi ele almaya başlayınca, hesaplamadıkları biçimde yapıyı da gereksiz hale getiren bir çelişki ortaya çıkmıştır. Madan Sarup şöyle der: “Derrida ve Foucault gibi post-modern kuramcıların birçoğunun anlamadığı şey, yapı ile öznenin birbirlerine bağlı kategoriler olmalarıdır. Dengeli bir yapı düşüncesi, gerçekten de kendisinden ayrı sayılması gereken bir özneye bağımlıdır. Bu yüzden, özneye yapılacak toptan bir saldırının gerçekte baştan aşağı yapıyı da altüst etmek anlamına geleceği görülebilir” (s.10). Yapısalcıların açtığı yoldan giren post-yapısalcılar ve postmodernistler, özneyi bütünüyle yok edecek hamleler üzerinden yapıyı da tamamen yıkmaya girişmişlerdir. Aslında bu grup, insanın bir yapı kurmaya yetkin olmadığını ve doğal ya da insanüstü yapılara dönülmesini savunmaktadırlar. Bu nedenle Roseneau, “yapıyı yapısalcılar ve post-modernistler gibi tanımlarsak, yapı insanın müdahale edebileceği bir şeyin ötesinde bir değişmezlik gücü taşıyan bir biçime dönüşür” diyerek, yapısalcılığın, post-yapısalcılığın ve post-modernistliğin insanları sürüklediği kaderciliği gözler önüne sermiştir (s.54). Zaten post-modernizm açıkça, düzene karşı girişilecek olan her türlü siyasi faaliyetin boşuna olduğunu, çünkü bu mücadeleyi verecek düzeyde olayları doğru algılayıp doğru hedefe koşacak bir özne yapısının olanaksız olduğunu öne sürmektedir. Bu iddianın en büyük dayanağı ise içinde bulunduğumuz dünyayı modelleme yoluyla anlayabildiğimiz ve bu modellemenin de kullandığımız dildeki, aslında anlamları sabit olmayan göstergeler yoluyla yapıldığıdır. Göstergenin anlamı sabit değilse ve öznel biçimde çok gerilerde kalmış anımsamadığımız bir geçmişe temelleniyorsa, yapılacak her türlü modelleme, her öznenin kendi bakış açısından dünyayı yanlış anlamaya yol açacaktır derler.
Özne yoksa yani insanlar eğer hiçbir doğru modellemeyi yapacak durumda değillerse diye başlayan yapıyı yıkma girişimi, yine insanların modelleme girişimlerine bir örnek olarak görülen Aydınlanma devriminin ve sonrasındaki sosyalist devrimin kurduğu yapıyı yıkarak, toplumlarda yeniden, doğal ilişki biçimi olduğu iddia edilen imgesel ilişkiyi oturtma hedefine yönelmiştir. Sarup, Foucault ve Lyotard’ın ısrarla her türlü genel kuramın reddedilmesi gerektiğini ileri sürdüklerini, öte yandan artık genel bir kuram olamayacağını temellendirecek genel bir kurama gereksinim duymalarını gülünesi bir durum olarak niteler (s.156). Bu nedenle Sarup bu düşünürleri haklı olarak siyasal açıdan birer yeni-muhafazakar (neo-con) olarak nitelendirir (s.221). Toplum, üretim ilişkileri açısından sömürülüyorsa ve ekonomik olarak bağımlı ise, postmodernizm, bu toplumun ürettiği gösterenleri kullanan bireyin alabildiğine bağlanmış olduğunu gözden kaçırır. Bu nedenle Sarup’un belirttiği gibi (s.122), Foucaultcu görüşte iktidar neredeyse metafizik bir ilkedir ve sınıfsal baskılar ile sömürü düzeni ortadan büyülü biçimde yok edilmişlerdir. Metafizik bir güce karşı insanların direnci zaten baştan kırılır, bu da Foucaultcu bir teslimiyettir. Sarup da bu durumu, “kuşkusuz direniş, Foucault’nun çalışmalarında gerçekte fazladan bir kategoridir” diyerek vurgular (124). Deleuze ve Guattari, dolaysızlığa, doğaçlamaya, yabanıllığa, içtenliğe ve aracısız bir arzuya konu olan simgesel (toplumsal yapı) öncesi imgesel aşamayı yüceltirler.
Foucault, iktidar adı altında Nietzscheci biçimde yapıyı eleştirir ve iktidar (yapı) çıldırtır derken, tüm yapının yerle bir olduğu şizofreni durumunun bir çıldırma durumu olduğu çelişkisini izah edemez. Foucault, Aydınlanma’nın tarihsel açıdan miadını doldurmuş olduğuna inanır. Sarup bu yazarların simgesele (dile, yapıya ve topluma) geçişi bir yitirme olarak gördüklerini, bu anlamda yapıya ve topluma girişi bir trajedi olarak gördüklerini belirtir (140). Bu nedenle post-yapısalcılar ve postmodernistler imgesele dönüşü (yani şizofreniyi) baskıcı rejimlere karşı devrimci bir silah olarak ortaya koyarlar. Ancak şizofrenik dünya, baskıyı ve baskının kaynağını algılayamayacak derecede hastalıklı bir dünyadır. Bu dünyada bilgi çoktur ama anlam yoktur. Örneğin medya, belli bir şeyi gösteren ve donmuş bir anlamı imleyen imgenin içine bizi hapseder, geçmişi bugünde eritir. Baskıyı algılayamayacak bir yapının baskıya karşı bir tutum takınmasını beklemek safçadır. Ya da bu durum birçok kişinin vurguladığı gibi postmodernizmin, baskı altındaki bireyleri baskıcı yapıya uyumlu hale getirme biçimindeki gizli ve kirli gündeminin kanıtıdır. Örneğin Sim Derrida’yı, yüzünü sonradan gösteren baskıcılık, nihilizmin dönemsel havası, tekbencilik ve sessiz kalma güdüsü biçiminde tanımlar (Sarup 88). Kant’tan esinlenen Lyotard’ın postmodern yüce okumasının vardığı nokta, gerçek dünyayla ilintili olmayan, dünyaya yönelik bir sorumluluk taşımayan, yaşama dair konulardan bütünüyle uzak duran bir siyasetin yanı sıra aşırı bilişsel bir kuşkuculuk görüşüdür (Sarup 218). Bu yazarların yaklaşımı Sarup tarafından, sınıf mücadelesini müzeye kaldıran katıksız bir Nietzscheci idealizm olarak nitelendirilmiştir (143). Deleuze ve Guattari’nin iddia ettikleri gibi, şizofrenide baskıcı rejimlerle bir tuttukları Ödipal dönemin ve egemen kodun etkisi altına (Ödipal hapishane) girilmeme durumunun nedeni, şizofreni nedeniyle ortaya çıkan bilinçli bir isyan eğilimi değil, hastalık nedeniyle böyle bir çatışmanın içine girilemeyecek derecede zaafa uğramış olmaktır. Sokal’ın kitabında belirttiği saçmalıkların nedeni de bu şizofrenik duruma öykünmenin ve eğilimin artmasından kaynaklanır. Şizofreni, bu yazarlar tarafından övülerek göklere çıkartılır, insanların kurtuluşu gibi sunulur. Oysa şizofrenlerle çalışan kişilerin şahit oldukları en önde gelen şey, şizofreninin insanlara verdiği derin acıdır. Ancak Deleuze ve Guattari’nin şizofreniyi insanı özgürleştiren, sorumsuz, yalnız ama neşeli bir insan haline getiren bir etken olarak tanımlamaları (aktaran, Sarup 142), şizofreniyi hiç tanımadıklarının kanıtıdır.
Aydınlanma devrimi ile aynı döneme gelen sanayi devriminin etkisiyle artan şehirleşme nedeniyle, daha önce köylerde ve kendi doğal yapılarının içinde yaşayan insanlar, köylerinden koparak daha büyük yerleşim birimlerine göç etmişler ve bu da yüzyıllardır nesilden nesle geçen toplumsal yapıdan kopmalarına neden olmuştur. Bu yapının çözülmesi ile birlikte Aydınlanma devriminin de bir yapı sunmakta yetersiz kaldığı dönemlerde, gerek kırsalda gerekse şehirlerde toplanan kitlelerde, yapının dağılması sonucunda toplumun anomik bir durum kazanması ile birlikte insanlarda şiddete eğilim ve akraba katli olayları artmıştır. Yani yapı çözüldüğünde geriye insan adına pek bir şey kalmamaktadır. Anomik hale gelen, yapısı çöktüğü için bireye bir anlam veremeyen toplumların bireylerinin ne hale geldiklerini görebilmek için annesini ve kardeşlerini öldüren Pierre Riviere vakası iyi bir örnektir. Bu kişi, 19 uncu yüzyılın ilk yarısında, Fransa’da ana-baba (akraba) katli olaylarının sık rastlandığı dönemde yaşamıştır. O dönemde hukukçuların akli dengesinin bütünüyle yerinde olduğunu iddia ettikleri Riviere, yalnızca bir köy eğitimi almış olmasına karşın yaptıklarını ayrıntılı olarak ve çok mükemmel bir dille yazmıştı. Fransa’nın 19 uncu yüzyılın ilk yarısında geçirdiği bu anomik dönemin yapıyı çökertirken, Freud’un Totem ve Tabu adlı eserinde belirttiği baba ve ana katli fantezisine geri dönüşe yol açtığını görmemek elde değildir.
Yapının çöküşü toplumda Riviere gibi bireyler yaratmaktadır. Levi-Strauss’un vurguladığı gibi toplum ensest yasağına temellenmiştir (80). Ensest yasağının nedeni ise, bireylerini baba ve ana katli fantezisinden kurtarmaktır. Çünkü bütün toplumlar, Lacan’ın fallus olarak adlandırdığı ve anne-çocuk, baba-çocuk bütünlüğü biçimindeki Hegelci bir kendine yeterli bütünlükten kopartılarak, eksik biçimde yaşama zorunluluğu içinde kaldığı için öfke ile dolu olan bireylerden oluşmuştur. Bu öfke toplumu yıkıcı bir etki gösterdiği için toplumların önceliği, bu öfkeyi dizginleyecek bir yapı oluşturarak bireyi de bu yapının içinde sağlam bir yere oturtmak olmuştur. Bireye yapının içinde verilen konumun ve yapının dilde karşılıkları vardır. Toplumsal yapı ve bireyin konumu, dildeki gösteren-gösterilen ikilileri (gösterge) biçimindeki anlamlı birimlerle ifade edilirler. Dilin iki zincirini oluşturan gösteren (söz) ile gösterilen (anlam) zincirleri Lacan’ın belirttiği gibi, ikincisi birincisinin altında serbestçe kayabilecek bir ikili yapı oluştururlar ve aslında herhangi bir gösteren, herhangi bir gösterileni işaret edebilir. Ancak bu serbest kayma durumu, karmaşaya ve yukarıda belirtildiği gibi enseste ve akraba katli durumuna yol açtığı için, toplumsal yapı bir ana sabit gösterge oluşturarak, birbirinin altında serbestçe kayan bu iki zinciri, ana göstergenin çıpa görevi görmesi sayesinde birbirinin karşısında sabit biçimde duran bir konuma getirir. Böylece yapı sayesinde toplumun kullandığı dil, bireylerine toplumsal yapının içinde anlamlı bir konum vererek onların yerlerini ve toplumun diğer bireylerine karşı nasıl davranmaları gerektiğini bilmelerini sağlar. Bu biçimdeki bir yapıya sahip olan ve bireye anlam verebilen toplumlar, aynı zamanda bireyin fallus halini yitirmişliğinden kaynaklanan yoksunluk durumunu da telafi edebilen bir etki yaratarak onun eksiklik duyguları ile baş edebilmesini de sağlarlar. Dilin bu sağlıklı yapısını bozan en önde gelen psikiyatrik hastalık şizofrenidir ve şizofrenide her gösteren her gösterilenle eşleşebilir duruma gelerek yeniden gösterilen zincirinin gösteren zinciri altında serbestçe kaymasına neden olan bir tablo yaratır. Bu nedenle, Deleuze ve Guattari’nin şizofreniyi özsel bir durum olarak gösterme çabaları oldukça sorunludur. Bu sorun, Deleuze ve Guattari’nin bazı toplumsal yapıları şizofrenik olarak adlandırmaları ve bireysel olanı siyasal olanla eş tutmalarından kaynaklanır. Çünkü şizofreni, gösteren ile gösterilen arasındaki her türlü ilişkinin koptuğu bir durumu göstermesi nedeniyle hiçbir yapının kurulmasına izin vermeyen bir zemin yaratır ve bireysel olan da hiçbir zaman ötekilerin anlamlandıramayacağı bir şey haline geleceği için siyasal olanla eş olamaz. Yine bu yazarların bilinçdışını iktidara karşı bir silah olarak görerek şizofreninin bu silahın ortaya çıkartılmasına en uygun bir zemin olduğunu öne sürmeleri de sorunludur çünkü şizofrenide gösteren ile gösterilen arasında sabit bir ilişki kalmadığı için bilinç ile bilinçdışı arasında da bir ayrım kalmamıştır.
Yani yapıyı bozarak bilinçdışını serbest bırakmak, devrimci bir gelişime yol açmaz, tam tersine bir hastalığı ortaya çıkartacaktır. Nitekim bu hastalıklı hal, günümüzde postmodern toplumların bireylerinde şüphecilik, yabancılaşma, şiddet eğiliminde artış, psikiyatrik sorunlarda artış biçiminde kendini göstermektedir. Habermas günümüzde yaşamın bütünlüğünün parçalandığını düşünür, bu nedenle de bilişsel, ahlaksal ve siyasal söylemlerin birbirlerine olduklarından çok daha fazla yaklaştırılmaları gerektiğini ileri sürer (aktaran Sarup 218). Bu öneri, modernizmin yanlış uygulanmasının ve postmodernizmin yarattığı yabancılaşmanın, yerelliğin, hep şimdiki zamanda tutsak olmanın getirdiği dağınıklığı alt etmeye yöneliktir. Çünkü modenlikten postmodernliğe geçişle birlikte yerelliğin öne çıkması nedeniyle öznenin yabancılaşmasının yerini öznenin parçalanmışlığı alır. Parçalanmış özne, eğer bir yapının içine giremezse, yaşamı anlamlandıramaz, bir dizgeye oturtamaz ve bir Pierre Riviere’e dönüşür. Bu nedenle çağımızda tarikatlara, mistik anlatılara yöneliş yoğunlaşmıştır. Bireyler geçmiş ve gelecekten kopuk biçimde sürekli olarak şimdide, şimdi ve burada (hic et nunc) yaşarlar. Oysa post yapısalcılar dağılmış özneyi toparlayacak her türlü bütünlüklü yapı önerisine karşı çıkarlar (Sarup 264). Bu postmodern durum ise, Jameson’ın belirttiği gibi, tüketim kapitalizminin mantığını yineleyerek pekiştirir (aktaran Sarup 257). Bu bağlamda postmodernizmin ortaya çıkışı, günümüzün çokuluslu kapitalizminin ortaya çıkışıyla çok yakından ilintilidir (Sarup 258). Temel gereksinim, insanın ezilmesinin somut gerçekliğini insanın en temel gerçekliği olarak almaktır. İnsan gerçekliği, insanın kendisini ezebilecek bir çevrenin içine doğması ve insanların kendilerini ezilmekten koruyacak bir yapıya gereksinim duymalarıdır. Bu yapı yoksa insanlar ezilmekten kurtulabilmek için bireysel şiddete başvurarak güç elde etmeye çabalayacaklardır. Yapı, Efendi-Köle diyalektiğini, eşit bireylerin ilişkisine çevirebilecek bir yapı olmalıdır.
Kantçı bilen özne yoksa ve eğer yapı da yoksa özne doğru ile yanlışı nasıl ayırabilecektir? Hepimizi Pierre Riviere olmaktan ne alıkoyacaktır? Bunu sadece doğruları belirleyen bir yapı sağlayabilir. Yapı içinde yer almayan özne, içsel doğasını serbest bırakarak varoluş yaratır ama bu da pek insani bir durum yaratmaz. Sarup, Deleuze ile Guattari’nin önerdikleri siyasetin amacının insanoğlunun özgürlüğüne, insanın arzu duyan bir hayvan olması anlamında geri dönmek olduğunu vurgular (140). Oysa Hegelci açıdan insan, ötekiler tarafından bir insan olarak haklarının tanınmasına arzu duyan bir varlıktır, hayvani arzularını bu nedenle kontrol altına almaya çabalar. Konuşan ve insan olarak tanınan bir varlık olmak zorunda olduğumuz için ve konuşurken de kaçınılmaz olarak birtakım metaforları kullanmak zorunda kaldığımız için, iktidarın etkisinden bütünüyle kurtulmamız olanaksızdır çünkü metaforların anlamını belirleyen merci iktidardır. Foucault söylemlerin zaten başlı başına birer iktidar olduğunu dile getirirken metaforla ilgili bu kaçınılmaz gerçeği bir yandan vurgular ancak bundan nasıl kaçınacağımız ile ilgili hiçbir şey söyleyememektedir. Bir insanın hem metaforları kullanması hem de iktidarın etkisini sıfıra indirebilmesi olanaksızdır. Hem hümanizmaya karşı olarak öznenin sorumlu ve özerk bir yapı olmadığını kabul edip hem de insanın herhangi bir yapıdan bağımsız ve özgür olmasını savunduğunuz zaman insanların doğru eylemi nasıl belirleyeceklerini, birbirlerini ezmekten ve acı çektirmekten nasıl uzak durabileceklerini söyleyebilmek olanaksız hale gelmektedir. Foucault, tahakkümün temellerinin üretim ilişkilerinde, sömürüde ve devletin örgütlenmesinde bulunduğu gerçeğine yeterince sıcak bakmayarak serbest piyasacılığın insanı gözetim altında tutan panoptikonunu aklama eğilimindedir ve kendisiyle de çelişir. Bu açıdan özgürlük, aslında çok derin bir köleliği ya da dehşet yaratan eylemlere eğilimi serbest bırakmaktadır.
Modernizm en başta tümel özne gerektirir. Oysa tüketim evreni tikel, bireyci ve bencil bir özne yaratır. Tümel özne ile tikel bireyin kullandıkları dillerdeki gösteren-gösterilen ilişkileri farklıdır. Tümel özne için toplumun bir başka bireyi, dayanışma içinde olacağı, birlikte üreteceği, karşılıklı birbirlerinin haklarını kabullendikleri, birbirlerine saygı duydukları bireydir. Tikel birey ise başka kişileri kendisine tehdit ve rakip olarak görür (İzmir, 72). Bunun çözümü psikolojik ya da sosyolojik değil, ekonomik altyapının değişmesi ile olanaklı olabilir. Modernizm ancak sömüren ve sömürülenin ortadan kalktığı bir durumda uygulanabilecek bir model iken, modernizmin temelleri tüketimin sağladığı refaha oturtulmaya çalışılmıştır. Bu durum, modernizmin sloganlarını, simgelerini ve hukukunu, tüketimi güvence altına almaya çalışan bir modelin yarattığı olumsuzlukların göstergeleri haline çevirmiştir. Modernizm, belli bir coğrafyadaki bireyler için hedeflediği kölelikten kurtarma hedefini, başka coğrafyalardaki insanları köleleştirme yoluyla gerçekleştirmeye soyunduğu için başarısızlıklar yaşamıştır. Sömürülenin acı çekmesinin yanında sömüren toplumlar da üretimden kopmanın getirdiği yabancılaşmanın pençesine düşerek birer sorun yumağına dönüşmüşlerdir. Modernizmin uygulayıcısı olan toplumlar, bir üretim toplumu olmaktan koparak tüketim toplumuna dönüştüklerinde, üreticilerin emeğini sömürerek yaşamak durumunda kalan ve dev şehirlerde yaşayan devasa asalak kitleler ürettikleri için, modernizmin ruhuna ters bir hedefe ulaşmışlardır. Tüketim yoluyla refah aramak, dünyayı edilgen ve bağımlı bireylerle doldurmuştur. Bu özne, modernimin hedeflerini gerçekleştirebilecek özne değildir. Yanlış ekonomik temele oturan aydınlanma devrimi, kendisini doğru biçimde uygulayabilecek olan özneyi yok ederek, kendisini yok edecek özneyi yaratmıştır. Bu nedenle modernizm hiçbir zaman, özüne uygun biçimde tam olarak icra edilmiş bir model olmadığı için, aslında post-modernizm de havada kalmaktadır ve post-modernist kimlik, aydınlanma felsefesine saldırma eğilimi gösteren fırsatçılar için iyi bir kılıf haline gelmiştir.
Değişen şey, insanın ezilmesinin somut gerçekliği değil, bu gerçekliği yaratan koşullardaki değişimdir. İnsanları refaha kavuşturma ve kölelikten kurtarma hedefi ile yola çıkan modernizmin başarısız olma nedeni, amaçladığı hedefin yanlışlığı ya da bu iddialı hedefi gerçekleştirebilecek öznenin ortaya çıkışının olanaksız oluşu değil, sömürme ve sömürülmenin yok edilememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun en önde gelen nedeni ise, kültürde beynelmilel olmayı ama sermayede yerel olmayı savunarak yola çıkmış olan modernitenin sonradan bunun tam tersini yaparak sermayede küreselleşme, kültürde yerelleşmeyi savunur hale gelmesidir. Postmodernizm aslında bu hatanın sonucudur, yani bir geriye dönüştür. Yerelliği öne çıkartan ama özcülüğü eleştiren post-modernizm bu noktada çelişkiye düşer. Çünkü kaçınılmaz olarak yerel olan özselleştirilecektir, yani belli bir insan topluluğunun özü olarak kabul edilecektir. Bu durum, özcülüğü eleştirirken özcülük çıkmazına düşen post-modernizmin en büyük çelişkisidir: “Yapısöküm türünden yeni yaklaşımlarla karşılaşıldığında, böylesi yaklaşımların yeni bir sosyalist düzenin kurulmasına mı yoksa yalnızca burjuva sınıfının yeniden canlanıp baskısını başka bir görüntü altında dayatmasına mı yarayacağı sorusunu yanıtlamak oldukça zordur” (Sarup 85). Eagleton ise şöyle söyler: “yapısöküme ilişkin olarak övünülerek ortaya atılan pek çok yeni izlek, burjuva liberalizminin en yaygın birtakım başlıklarını yeniden üretmenin ötesine geçememiştir” (aktaran Sarup 87). Mutluhan İzmir
Kaynaklar:
İzmir, Mutluhan, Öznenin Diyalektiği. İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2013
Levi-Strauss, Claude. Yapısal Antropoloji, çev. Adnan Kahiloğulları. İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2012
Rosenau, Pauline Marie, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, cev.Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2004.
Sarup, Madan, Post-Yapısalcılık ve postmodernizm, çev. Abdülbaki Güçlü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2004.