Açık – kapalı defter
Bedenimiz nasıl geçmiş (tarih) ile geleceği bir arada barındıran bir mekânsa “defter”in de yazılmış sayfasıyla bir geçmiş, yazılmamış sayfasıyla da “belirsiz” bir geleceği içinde barından tıpkı bedenimiz gibi bir mekân olduğunu yazmıştım. Bu tanımla, bir yanıyla “bireysel”liğimize doğru (geçmiş) kapalı bir alan olarak görülebileceği gibi yazılmamış (gelecek) sayfasının içinde taşıdığı “belirsizlik” olasılığı nedeniyle toplumsal (yani açık) olmak gibi bir diyalektiği de barındırdığını vurgulamaya çalışmıştık dilimiz döndüğünce.
Bu yazıda defterin “açık-kapalı” diyalektiğine bakmakta yani “yazılmamış sayfasına” bir şeyler yazmakta yarar var sanki. Soru şu: Yazılmamış sayfasına yazarak onu kapalı bir hale mi getiriyoruz? Belki; ama yazılmamış bir sayfayı (dolayısıyla da defteri) kapalı (bireysel) bir sayfa olmaktan çok açık ve toplumsal hale getiren içinde doğal olarak barındırdığı “belirsizliğin” taşıdığı olanaklar değil midir?
Özne yani sayfaya müdahalede bulunacak olan; yaşamı anlama, yorumlama kapasitesi, ideolojisi ve yaratıcı gücüyle ve belirsizlik olanağı sayesinde defteri dünyanın en yetkin metinlerinden biriyle (Görsel olanaklar için deneyimlenmiş bir sayfayı da “metin” olarak alıyorum.) doldurup kapatabilir (açabilir) ya da dolduramayıp yine kapatabilir. Sayfa tamamen veya yarısına kadar deneyimlenmiş olabilir fark etmez. O “defter”in ne olduğu taşıdığı belirsizliğin sonsuz olanakları içinde zamanla ve tarihle belirlenebilir. Tarih yazdığımız sayfanın içinde kendine yer buldukça “açık”lık ve “kapalı”lık hükmünü vermeye çalışır. Sayfayı anlamsal dizge ve göndergelerle, simgelerle doldurmaya başlamak aynı zamanda özne olarak tarihe, içinde bulunduğumuz ana ne kadar müdahalede bulunduğumuzla ilgilidir. Müdahale edebildiğimiz an, sayfalardan dışarı doğru göndermelerimiz oldukça defterimiz bir “açık defter” haline gelecektir.
Geçen günlerde bilgisayar ortamında birisi artık “eski defterleri” yakmanın zamanının geldiğinden söz ediyordu. Enis Batur da Cumhuriyet Kitap'taki bir yazısında okuduğu bir yazarın günlüğünden söz ederek “Ben o kadar cesaretli olabilir miydim bilmiyorum” diye yazıyordu. Anlaşılan günlüğünü okuduğu yazar “öznesini” günlüğünde açarken -Batur'un işaret ettiğini temel alıyoruz tabii- aynı zamanda defteri “kapamış” oluyor, eski bir “defter”e dönüşüyordu hayatı. Kısacası sadece bireyselliğini açıyor ama bu bireysellikte kaldığı sürece tarihsellikten ve içinde bulunduğu anın dışa doğru göndergelerinden uzaklaşarak aynı zamanda günlüğü “kapalı defter” haline geliyordu.
Bütün defter
Geçmişimizi ve geleceğimizi bir arada taşıyan bir mekân olarak “defter”, insan olma, özgür olma, kendi olma, özne olma mücadelemizi “anlatma ve aktarma” görevini ancak bir şekilde “açık defter” haline geldiğinde yerine getirebilir. Yine de defter “belirsizlik” olanağıyla geleceğe “şimdiye müdahalede bulunarak” ulaşmamıza olanak tanıyacak deneyimlenmiş bir ortam olarak “tarih” olurken, her ne kadar bizi biz yapacak “belirsizlik” heyecanıyla kutsanmış olursa olsun aynı zamanda defter “bütünsel” olmamakla da o kadar “yaratıcı” çelişkileri içinde barındırır. Bütünsel değildir çünkü sayfa sayfa ve zaman zaman öznenin ortaya koyacağı tavırla“açık defter” olmak ile “kapalı defter” arasında sürekli gidip gele de bilir. Önümüze açıp okumaya -bakmaya- başladığımız her defter, tıpkı yazmaya başladığımız her defter gibi açık ile kapalı arasında sürekli gitgel de bırakabilir bizi.
“Bütünsel” olamama niteliği “yaratıcı” bir niteliktir çünkü öznenin “toplumsala” değdiği anlar ile değmediği anları ilginç bir şekilde “bütünsel tarihi” akışa bakarak saptayıp onun içine yerleştirerek kendi dışına anlamlı gelmesini sağlar. Bu ifadeyi biraz daha “açmak” gerektiğinin farkındayım. Şunu demeye çalışıyorum: Aslında bir nesne olarak defteri canlı kılan, var kılan öznedir. Özne kendi dışıyla buluştuğu veya dışından kendi içine doğru göç ettiği anları bir tarihsel zaman dilimi içinde değil bir “an” içinde bile yaşayabilir ve “defter”i buna “tanık” yapabiliyorsa defter “bütünsel” değildir. Yaratıcı ansa bu bütünsel olmayışın-olamayışın “kendi dışındaki bütünsel tarihsellikte” anlamlı bir hale gelmesindedir. Parçalanmış ve kendi içinde çelişik defterlerimizin sayfaları “tarihsel anda” ancak anlam kazanabilir. Tıpkı öteki kardeşleri açık ve kapalı defter gibi.
Otorite defterin peşindedir
Bu anlamda defterlerimiz “kapalı” olanı dışında tarihe yerleşir, bizi zamana yerleştirir ve bizim onu, onun da bizi gerçekleştirdiği kavşakta bu “kültürel” ilişkinin üzerinde bir “gölge” belirir. Bu gölge otoritenin gölgesidir. Attila İlhan “Kırk Karanlığı” adlı şiirinde ülkemizin 1940'lı yıllarını “Nâzım hapiste/ Dinamo sürgün/ Bir o şiir kalmıştı Gazili'den rubailerle/ Karanlıklar kesince kara zindan ağızları gibi önümüzü büsbütün” dizeleriyle anlatır. Kırklı yıllar sadece Türkiye için dünya için de karanlık yıllardır.
Bu yıllarda ülkede ve dünyada Sovyetler Birliği'nin faşizme karşı büyük direnişi ve faşizm işgali altındaki bölgelerde, ülkelerde faşizme karşı direnişi örgütlemesiyle komünizmin büyük itibar görmektedir. Bu yüzden de ülkede komünistlere karşı bir cadı avı başlatılır. İşte Attila İlhan'ın şiirinde geçen iki büyük komünist şair yaşadıklarıyla bu karanlığın, baskının simgesi haline gelir. Kitaplarını bulup okumak ne demek! Bunun adı bile edilemez. Şiirleri gizli gizli okunur, ezberlenir, kulaktan kulağa okunur.
Tam burada şöyle bir sahne gelmelidir gözlerimizin önüne: Galata Köprüsü... Karartma uygulanıyor. Her yer karanlık. Sadece suda ay ve yakamoz ışıkları. Pısmış, gizli, gözükmemeye çalışarak iki gencecik insan karşı yönlerden birbirlerine doğru gelmektedir. Birinin cebinde “Nâzım'ın veya Hasan İzettin Dinamo'nun şiirlerinin yazıldığı defter vardır. Yan yana geldikleri anda biri ötekine defteri uzatır ve öteki de hızlıca alıp cebine atar. Onların kim olduğunu, birbirlerini nasıl tanıdıklarını bilmemizin olanağı yok. Bence o zamanlarda bunca tehlikeyi göze alıp iki yasaklı komünist şairin şiirlerini yazılı olduğu “defteri” bulundurmayı göze alabilecek iki gencecik şair adayı diyelim. İşte daha sonra o defter ülkemiz edebiyatında “Kırk Kuşağı” diye adlandırılan bir toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışının ortaya çıkmasını yol açmıştır kim bilebilir? Orada, o anda, elden ele geçen “açık bir defterdi.”
Aynı tarihsellikte Paris sokaklarındayız bu kez... Fransa Nazi işgali altındadır. Ülkenin komünistleri “Direniş”i örgütlemiştir. Aragon'un “Kızıl Afiş” şiiri kulaktan kulağa, yürekten yüreğe dolaşıyordu. Bu şiir işgale karşı onurla ülkelerini savunan Fransız komünistlerini anlatır. İşte o komünistlerden biri de burada Anadolu topraklarında Adıyaman'da 1906 yılında doğan Misak Manuşyan'dır. Bir gece yarası kurşuna dizilecektir. Son mektubunda şunları yazar karısına: “Fransız Kurtuluş Ordusu'nun nizami bir askeri olarak ölüyorum. Hatıramı yaşatacak olan dostların yardımıyla, okunmaya değer şiirlerimi ve yazılarımı bastır. Anılarımı, mümkünse, Ermenistan'daki akrabalarıma ulaştırırsın...” Aragon'un, Eluard'ın, Manuşyan'ın şiirlerini, anılarını öteki direnişçilere, uzak ülkedeki akrabalarına ulaştıran “açık bir defterdi.”
Kırklı yıllardayız daha... Bu kez küçücük bir Yahudi kız çocuğu Anna Frank gizlendiği yerde tuttuğu günlüğüne “Öldükten sonra da yaşamak istiyorum” diye yazıyordu. O günlük bir “açık bir defter”di.
Dünya tarihinden, kültür tarihinden bunun gibi milyonlarca örnek bulup çıkartabiliriz. İnsanların “açık defterleri” üzerindeki baskıcı gözler hiçbir zaman kapanmadı ki. Yine de insanlar, hayatlarına mal olacağını bildikleri halde o defterleri yazdı ve insandan insan ulaşmasını sağladı. Neden? Çünkü yazı insanı, büyük baskılar, otoriteler, işkenceler, yok etmeler karşısında, o canı pamuk ipliğine bağlı küçücük insanı bir dev haline getiriyor. Defterlerini açık bir defter haline getirip kültürü ham halinden işlenmiş haline kadar tanık olarak bize aktarılmasını sağlıyor.
Defter; açık, kapalı, parçalı... O biziz.
Nihat Ateş