Türk Solu Dergisi’nde “Tıp Bu Değil”le ilgili söyleşimiz çıkınca bazı dostlardan ağır sitem dolu iletiler aldım. “Bir kitabın ve bir görüşün yaygınlaştırılması adına Türk Solu'na röportaj vermek nereden çıktı gözünü seveyim? Hani bu adamların kim olduklarını bilmesen, adlarına kanmışsındır diyeceğim. İnsanların imha edilmesini savunan ırkçı (…) tıp etiği açısından kullanılacak mecra mı sence? Cidden çok üzüldüm...” diye başlıyordu biri, devam ediyordu.
Bir başkası, “Ürettiğiniz fikirlerin daha fazla insana ulaşması için göstermiş olduğunuz çabayı anlıyorum. Peki bunun bir sınırı yok mu? Olmamalı mı? Neyi konuşup tartıştığınızdan bağımsız, düşüncelerinizi paylaştığınız zeminin niteliği önemli değil mi? Açıkçası Türk Solu adıyla yayın yapan dergiye röportaj vermenizden mutsuz olduğumu ifade etmek isterim. Açık bir şekilde ırkçı yayın yapan, sola düşmanlığını sergilemekten çekinmeyen bir yayına, topluluğa, konuşmasaydınız eksilir miydiniz? (…) ‘Lahmacun Kürt yiyeceğidir. Yemeyin’ diyen, ‘Türk oğlu Türk kızı Türklüğünü koru’, ‘Kürt varsa sorun var’, ‘Kürt sorunu yok Kürt istilası var’ diyen bir yayın... Bana kalırsa Taraf, CNN, Hürriyet vb. de rastlamadığımız bir dildir bu.”
O saate kadar dost bildiğim bir başkası, işi aşağılamaya vardırdı: “Sosyalist yazarların kitaplarını ‘daha çok kişiye ulaşır’ düşüncesiyle banka yayınevlerine vermesini eleştiren bir kişinin, kendi kitabını pazarlamak adına, açıkça Kürtlerin kafasının kesilmesi gerektiğini savunan ve Zaman, Aksiyon, hatta Akit gibi gerici yayınların aksine, genel kamuoyunda dahi hiçbir meşruiyet yaratamamış olan bir yayına röportaj vermesini nasıl tanımlayabileceğimi bilemiyorum.” (…) “ve fakat, bundan böyle sola akıl ve etik dersi verme girişimlerinde bu röportaj karşına çıktığında şaşırma.”
Öncelikle bir yayın organına röportaj vermekle, kitaplarını banka yayınevlerine vermek arasında nasıl bir özdeşlik kurmuş arkadaşlar, bilemiyorum. İkisi de pazarlamacılık diyorlarsa belki minnacık haklı olabilirler. “Tıp Bu Değil”in bir para kazanma kitabı olmadığını, çok yazarlı bir kitap olduğunu, bir misyon kitabı olduğunu, para kazanmanın aksine cebimizden harcama yapmayı gerektirdiğini anımsatarak insani iletişim ve etikte en “fundamental” seviyeden kendimi ifadeye çalışayım. Oraya kadar düşmüşüm demek ki.
Söyleşi yapmaya gelince. Başka bir tartışmada da belirtmiştim, o konularda yüzüm yumuşak, biraz ilkesiz ve ahlaksızım, kabul ediyorum. Dört yıl kadar önce Aksiyon’a da röportaj vermiştim. Söylediklerimi çarpıtmadıkça, dürüst bir biçimde benden fikir soran herkese cevap veriyorum. Sanırım bu ilkesizliğim böyle devam edecek.
Ama hem bu dostları daha fazla üzmeyeyim diye, hem hakikaten Kürt düşmanı ırkçı söylemi meşru görme gibi algılanır kaygısıyla Türk Solu Dergisi’ne bir daha söyleşi vermeyeceğim. Burada hiç şaka yapmıyorum, ciddiyim. Kürt düşmanı söylemleri onaylamıyorum.
Nereden İcap Etti Bu Söyleşi?
“Tıp Bu Değil” kitabımız çıktıktan bir süre sonra Gökçe Fırat kitap hakkında bir yazı kaleme aldı Türk Solu’nda. Kitabı ve ereğimizi gayet iyi anlamış, güzel, düzgün bir yazıydı. Zaten sol siyasi lider konumunda bir o, bir de Haluk Yurtsever yazdı kitap hakkında. (Sevgili Yurtsever bir kez daha kendini değerlendirmeli bu durumda.) Ülke gündeminin en hareketli maddelerinden birinde, insan sağlığı ve hayatıyla doğrudan ilgili ve politikanın kalbinin gümbür gümbür attığı bu alan hakkında bir şeyler karalamaya, on ay boyunca öteki çok önemli işlerinden ötürü başka hiçbir sol yazar, lider zaman ayıramamıştı!
Neyse, ikinci kitabımızın daha geniş katılımlı yazarlarca hazırlanacağının duyurularını yapmaya başladığımızda, Ankara’dan Hazar Arısoy isimli bir doktor bize başvurarak yazı göndermek istediğini söyledi. Biz de gönder, değerlendiririz, dedik. Gelen yazı gayet tutarlıydı, katkı sağlayacak düzeydeydi. Bu yazar Ulusal Parti merkezinde görev yaptığını da belirtmeyi ihmal etmedi. Biz “Tıp Bu Değil-2” de hem bu yazıya, hem de yazarın kimliğine yer verdik.
Ardından aynı yazarımız bize Türk Solu için görüşme teklif etti, tereddütsüz kabul ettik. Bahsettiğim dostlarım kitabı okumadıkları için Hazar Arısoy’un zaten bizim yazarlarımızdan biri olduğunu kaçırmışlar. Bu söyleşi çıkınca Gökçe Fırat fırsattan istifade bir güzel yazı daha döşenmiş ki, anlatmak istediklerimizi bu kadar somut ve doğru olarak biz bile ortaya koyamazdık.
O gün söyleşiye başladığımızda ilk sorum şuydu: “Herkes size MİT ajanı, diyor. Nedir bu işin aslı?” Hazar kardeşimiz MİT ajanı olmadıklarını söyledi ve nüfus kağıdını çıkararak gösterdi. Orada öyle bir şey yazmıyordu. Nüfus kağıdı işi şaka! Şu ünlü “Ordu Göreve” pankartını sordum. O dönem ulusalcı kesimde herkesin böyle şeyler söylediğini belirtti. Haklıydı, Cumhuriyet Gazetesi’nin bile kimi manşetlerini düşündüğümüzde.
Sonuç olarak MİT ajanlarıydılar veya değildiler, biz belli bir konu çerçevesinde fikir belirtecektik, belirttik. Şahsen onların ajanlıklarına düşük ihtimal veriyorum, çünkü açık biçimde Turancılığı savunan, söylemlerini en uç biçemlerde ortaya seren bir grup provokasyon veya ajanlık açısından pek de işlevsel sayılamaz.
Meşru Yayın Çizgisi Ne demek?
Yukarıda bahsettiğim bana sitem eden dostlarımdan birine sordum. Tamam, bunlar provokatif bir grup, fakat kaç kişiyi öldürmüşler şimdiye dek? O açıdan bakıldığında haklı görülebileceğimi, ama madem söz konusu olan bir söyleşi, işe yayın çizgisi açısından bakmam gerektiğini belirtti dost. Türk Solu’nun yayın çizgisi, dili, meşru bulunabilecek bir dil, çizgi değildi.
Şimdi Meşru Olan Bir Yayın Çizgisine Bakalım
Türkiye Devrimci Komünist Partisi Merkez Komitesi ve Kürdistan Bölge Komitesi’nin 13 Ekim 1993 tarihli bildirisinden bir bölüm:
“9 Ekim 1993 Cumartesi günü Dersim Hozat bölgesinde, (…) Partimizin Kürdistan örgütünün on militanı pusuya düşürüldü, açılan yaylım ateşiyle Kürt halkının en değerlilerinden on evladının altısı katledildi. (...) Ne var ki, bu katliamı yapan ne kont-gerilla, ne Hizbullah ne de devletin öteki cinayet örgütleri oldu. Bu on devrimciyi pusuya düşürerek yaylım ateşine tutan, altısını katleden, dördünü yaralayan örgüt, Kürt ulusunun özgürlüğü için mücadele ettiğini öne süren PKK Dersim örgütü oldu. PKK Dersim örgütünün silahlı bir timi, kendilerinin görüşme talebini kabul eden, ağırlayan ve içtenlikle konuşan bu on devrimci halk adamını, bu kabul ve ağırlama sırasında aniden bastırarak katletti.”
11 Ekim tarihli PKK eyalet konseyi bildirisinde ise, uyarılara rağmen bölgede “provokasyonlarına” devam eden TDKP-Halkın Kurtuluşu adlı gücün bazı “karşıdevrimci” militanlarının öldürülmek zorunda kalındığı ifade ediliyordu.
Olayın ülke çapında ve hatta yurt dışında duyulması ve artan tepkiler üzerine son derece “meşru” ve legal bir yayın organı olan Özgür Gündem Gazetesi, PKK Dersim “eyalet” komutanı Dr. Baran’la geniş bir söyleşi yapar. (28 Ekim) Yukarda gördüğünüz fotoğraf da ilgili söyleşinin baş sayfadaki haberidir.
“Türk Solu misafirimizdir.” Dr. Baran 8. Sayfada, yaptıkları katliamları açık açık savunuyor, bunun gerekçelerini sıralıyor, öldürdüklerini kabul etmekle kalmıyor, katlettikleri insanları aşağılıyor. Örneğin “6 TDKP militanının öldürülmesi nedir?” sorusuna şöyle yanıt veriyor: “Bunlara TDKP’li diyemeyeceğiz ve kesinlikle bunlara da inanmıyoruz. Bu birliğin faaliyeti düşmanca bir faaliyettir. (…) Halkımız arasına girerek yaptıkları propaganda şudur: PKK nerede? Gördünüz mü ihbar edin. Bize bildirin. (…) Sivil kılıklı subay ve polisler Kahrolsun PKK sloganı atmışlardır. Nasıl olur da TDKP’lilerin cenazesine kontralar sahip çıkar.”
Yine aynı ay. 22 Ekim 1993 tarihli Yeni Gündem, baş sayfa. “ARGK, SHP İl Başkanı’nı Kaçırdı.” “PKK, Kürdistan’daki partilerin kapatılması için çağrı yaptı.” “‘DYP, SHP, ANAP, RP, DSP, CHP vb. (…)nin her kademedeki temsilcilerine yaşam hakkı tanımayacağız’ denildi.” Aynı yayın çizgisi daha sonra alay edercesine hep şunu sorar: “Kürdistan’da neden CHP’nin esamesi okunmaz, öteki sol partiler Kürt halkına kendini kabul ettiremez?” Böyle bir yayın anlayışına ad verilmek istense ne denir?
Bakınız bu haberlerde ne yok ki. Irkçılık var, bildiğimiz ırkçılığın daha üst boyutunda bir ırkçılık. Sadece halkı değil devrimcileri de milletlerine göre ayırma var: Türk Solu, Kürt Solu. Burada şiddete övgü var. Vahşeti kabul var. Burada daha kötüsü öldürdüklerine hakaret var. Belli ki Denizler’e yakışır biçimde hiç tavizsiz ölen devrimcilere düpedüz iftira ve yalan var.
PKK ve onun hattını savunan yayın organları bunu münferit olarak değil, sola karşı binlerce kez yaptı. Yüzlerce öldürme, binlerce darp ve tehdit. PKK zorla, baskıyla, öldüre öldüre döve döve Türkiye sosyalistlerini ve tüm Kürt solcularını kendine biat ettirdi.
En saygın sosyalist yazarlar bu gazetelere, dergilere yazılar yazdılar, her kesimden sol liderler (bugünün saygın ulusalcıları, liberalleri…) bu çizgiye yaranmak için sıraya girdiler.
Ya ben? Tüm bu saldırıları 1979 yılından bu yana biliyordum. Değişik zamanlarda onlarca kez dile getirdim. Ama Yeni Gündem’den ve aynı çizgideki organlardan bilgi istemi, söyleşi talebi geldikçe geri çevirmedim. Bir değil, en az üç dört kez… Değişik yerlerde katledilmiş eski mücadele arkadaşlarımın kanlarına bastığımı bile bile onlarla konuştum.
Niye? İster kendini pazarlama deyin, ister yüz yumuşaklığı, ister nezaket. Fakat bugün Türk Solu Dergisi’ne söyleşi yaptıysam bunun ayıbı bir kürektir, önce yaptıklarım bir kamyon dolusu utanç… Öte yandan “Niye onlara röportaj verdin” diye bir tek kişi beni ayıplamadı. İlginç değil mi?
Ya bu sol örgütlere ne demeli? Aynı güç defalarca onların yoldaşlarını öldürdü, yaraladı, darp etti, hakaret etti; onlar bu gücün peşinde ayrılmadılar, hiç mi hiç değmeyen kırıntılar ummaktan geri kalmadılar. Tek tek ve bütün olarak Türkiye sosyalistleri ile PKK arasındaki ilişki, üstünde onlarca kitap yazılabilecek sosyal psikiyatrik bir olgudur.
“Türk Solu” kavramı gördünüz mü nereden çıkmış, ırkçılık nereden çıkmış!
Türkiye sosyalistleri PKK’nın siyasi gündeme soktuğu “Türk Solu” kavramını benimsemekle ırkçılığı da benimsediler, meşrulaştırdılar. Görüldüğü üzere Türk Solu kavramı bugünkü Türk Solu Dergisi’nin icadı değildir, PKK ve Türkiye sosyalistlerinin ortak yapımı bir projedir.
PKK ne yaptıysa anlayışla yaklaşmamız telkin edildi hep. Çünkü yapılanlar yanlış bile olsa, çekilen onca acılara bir “reaksiyondu.” Haklılık payı var mı? Bence var.
Aynı şeyi Türk Solu için niye düşünmüyorsunuz peki? Özellikle şu son yirmi yıllık dönemde. Çünkü PKK uzun süredir bağımsızlık isteğinin altını çizmiyor. Uzun süredir “Niye Diyarbakır’la yetineceğiz, İstanbul da bizim, İzmir de bizim” diyorlar. Oralarda da çok sivil öldürdüler, Türkleri, genç kızları, çocukları yaktılar. Şimdi de büyük ve güçlü TC için uğraş verdiklerini söylemeye başladılar. Sonunda o büyük ve güçlü TC’yi, K.C yapacaklarını fısıldıyorlar.
Kürtlere karşı düşmanlık yaymanın onaylanacak bir tarafı yok. Ama “tepkisellik” lafı bir şeyleri açıklıyorsa her yerde açıklamalı.
Şimdi “Türk Solu ırkçılık yapıyor” isyanları (ki bence yapıyor ve yanlış) hiç içgörülü gelmiyor bana. Biz ırkçılığı doksanlı yıllarda tam anlamıyla onaylamışız zaten. Irkçılık için sivillerin, hatta devrimcilerin öldürülebileceğini, bunun önemsenecek bir şey olmadığını zaten tasdik etmişiz. Bunun için her türlü yalan dolanı meşru gören medyayı hep birlikte dost bilmişiz.
Yüzde yarımın fikri mühendisliği
Yürek dağlayan binlerce öldürüm öyküsü halkın belleğinde. Sağcılarda toplumsal vicdan kırıntılar halinde dağınık durur, solcularınki kavidir, ama artık kayış gibidir. Sağcıların toplumsal aklı uzaktan kumanda TV cihazı gibi çalışır, solcuların büyük çoğunluğununki bant kaydıdır. Birtakım öyküler anlatırız, bazı yeni fikirler, bilgiler veririz de Türkiye sosyalistlerinin kaçta kaçı bunları umursar. Yürekler kapalıdır, zihinler kemikleşmiş, kalıplara konuşuruz. Yüzde sıfır nokta onlar, on beşler kendi içlerinde iknada pek sorun yaşamazlar. Ama bu vicdansız cinayetler sola yakın sıradan insanlarda soru işaretleri bırakır. Kazanma şansımız olan insanlarda. En sağlıklı düşünebilenler de onlardır aslında. Bizlere sorarlar: “Niye?” Biz çoğu zaman zaten onlardan uzağızdır, bizim hep daha önemli işlerimiz vardır da, muhatap kaldığımızda, bu “niye” sorusu karşısında bant kayıtlarımızla yanıtlar veririz. Kadın veya adam, genç veya yaşlı, tatmin olmaz. “Ama niye onlarla birliksiniz?” diye sorar tekrar. O zaman “bu kişi faşistlerin etkisinde kalmış” deriz, kalkar gideriz. Bizi bırakmıyor, üsteliyorsa, “faşistsin sen” deriz, “ırkçı olmuşsun! Git başımdan.” Çeker gideriz. Acımasızlığa, kendini aldatmaya ve sahici ırkçılığa dayalı bir sosyalist praksis. Yüzde yarımın altına çakılmanın fikri mühendisliği budur.
Güçlenin Öyle Gelin
Benim Türk Solu’na tavsiyem: Şöyle hiç değilse on bin sıkı militan örgütleyecek kadar güçlenin. Size “Bir tanesiniz, aslansınız, kaplansınız, vurduğunuz yerde gül biter, sizin kulunuzuz, köleniziz” demeyen herkesi bir güzel pataklayın. Ama öldürmeyin. O kadar ileri gitmeyin. Bakın bugün size ajan diyenler, Kürtler, Türkler kapınızda kuyruğa dizilecektir, bizimle de ittifak yapmaya tenezzül buyurur musunuz diye. O zaman ambargo kalkar, ben de yeni bir söyleşi imkanı bulabilirim belki pazarlamacılık açısından. Şaka gibi değil mi, şaka zaten. Ama hayat zaten berbat bir şaka değil mi!