Bu zulüm, bu baskı, bu sansür, sokak, yasak, gidişat… bana bir şeyi hatırlatıyor. “Menderdoğan” diyelim dilerseniz adına.
Dünyamızı, hayatımızı, yaşadığımız toprakları ele geçirmeye çalışan, şu çok kötü ruhlu çizgi film kahramanlarından birine benziyor sanki. Ama öyle değil. Çizgi film değil yani. Gerçek…
İçinde iki can barındıran bir kahraman olduğunu belirtmemize gerek yok sanırım... İki can, ikiz can... İkizi kadar benzeme, benzeşme, paralellik, yakınlık... adına ne derseniz diyin, birbirlerini çağrıştırmamaları mümkün değil zaten bu ismin iki bileşeninin.
Özellikle 1950’lere dair yazılan kitapları ya da kitaplarda o döneme yoğunlaşan bölümleri okuyunca kaçınılmaz olarak geliveriyor zaten aklınıza: Ne kadar da çok benziyor bu kahramanlar birbirine aslında…
Sadece kahramanlar da değil. Birbirine benzeyen iki şef ve birbiriyle benzeşen iki dönem, iki parti, iki ideolojik çizgi, iki tarz-ı siyaset...
İlk ayırdına varan da biz değiliz tabii ki, fark eden çok olmuştur zaten bu benzerlikleri. Ancak okudukça, okuduklarımız arasında denk geldikçe; üzerine bir de sokağın sesi ve o sesi, biberli gaz ve tazyikli su ile her Allahın günü kesme girişimleri geldikçe, insan şaşırıyor yine de.
Baskı, benzer bir baskı. Direnç ve sokaklardaki tepki de benzer. Onar yıllık süreler benzer. On yılın sonunda büyük şehirlerin sokak ve meydanlarında patlayan birikim de benzer bir birikim. Ona karşı zulüm, aynı zulüm. Sıkışmışlık, aynı sıkışmışlık. Sonuç, ay.. nasıl olacak bakalım?
Ve şimdilik sadece benzerliklere bakalım:
Gündelik hayatın, toplumsal dokunun, eğitimin, devletin altının üstünün, vb. dinselleştirilmesi açısından hık demiş birbirlerinin burunlarından düşmüşler sanki.
Peki ya bu dinselliğin özel yaşamlarına yansımaları? Yok, orada bir hık deme durumu yok, dolayısıyla burundan düşme de. Aileleri, kültürleri, yetişme tarzları vb. derken özel yaşamları çok ayrı.
O yüzden ilk kahraman, belli konularda “gibi görünen” biri sanki. İkincisi ise “gerçekten öyle”! Hayat tarzı, yetişme ortamı, aşk hayatı vb. itibariyle “modern” biriydi yani ilki; kendi yaşamında dindarlık yoktu pek ama oy avcılığı yapmak, vatandaşı tavlamak, din tüccarlığı yapmak vb. için öyle görünmesi gerektiğinde sonuna kadar öyle görünebiliyordu tüm sağcı kahramanlar gibi. Diğeri ise bu anlamda çok daha dürüst sanki. “Gibi görünmesi” gerekmiyor, ne ise o!
Özetle aile çevreleri ve bunun özel yaşama, bireysel kimi özellik ve alışkanlıklara yansıması benzemiyor birbirine. İlki ne de olsa cumhuriyet kuşağının çocuğu, ikincisi 12 Eylül çocuğu!
Benzerlikler dedik ama ayrılıktan başladık. O zaman, hem ayrılık hem de benzerlik gibi görünen bir “kahraman özelliği” ile devam edelim: Büyük kazaları başarıyla atlatmak... Öyle ya, biri attan düştü, diğerinin uçağı düştü. Nasıl ama! Özde aynı, biçimde farklı. “Öz mü biçimi, biçim mi özü” tartışmasına girmiyoruz ve neticeyi bildiriyoruz: İkisi de “ilahi doping” neticede...
Sürekli dopingle, emperyalizmin ve onun en baba temsilcisinin dümeninde yol almakta, bu rotadan hiç sapmamakta, rotada ilerlerken yeni mevziler kapma aşkıyla gerekirse askerlerini cepheye yollamakta, bunun için sürekli pazarlık yapmakta benzersiz bir benzerlikleri var zaten!
Piyasacılıkta da öyle. Gericilik ile Amerikancı piyasacılığın birbirini bütünlediği iki şef, iki dönem, iki parti, iki ideolojik çizgi, iki tarz-ı siyaset...
Piyasa diyince, yabancı sermayeyi cezbetmek de tabii ki hemen yanı başında. Ekonominin diğer “kalkındırıcı” güçlerine yönelmeyince, mecburen ve en temelde yabancı sermayeye bağlı olmak, ona bağlı bir ülke yaratmak konusunda da örtüşüyorlar bir hayli. İlk kahramanımızın döneminde “Yabancı Sermayeyi Teşvik ve Petrol Kanunu” çıkarken Meclis’te bir bakan “Her şeyi yabancı sermayeyi teşvik davamız için yapıyoruz” diye açık açık söylemiş zaten. (bkz. Gökhan Atılgan, “Behice Boran; Öğretim Üyesi, Siyasetçi Kuramcı”, s. 190 , Yordam)
Burada “her şey” derken, buna “anti-komünist histeriyi yaymak” da dahil elbette. Zaten bu konuda ikilimizin benzeşmemeleri, örtüşmemeleri mümkün değil ki.
Komşularına ve içerideki azınlıklara karşı milli husumet beslemek de aynı şekilde. Tehditler, şantajlar, diş göstermeler vb. bu kahramanlarımızın ve bu tarz-ı siyasetin doğasında.
Bu arada eski kahramanımızın döneminde, rejim için bir risk oluşturmasalar bile komünistlerin/yurtseverlerin tevkif edilmesi, daha çok “Bakın bizde de bunlardan var” diyip ABD’den ekstra yardım koparmak, bu ülkeye daha çok yaranmak için gündemde. Şimdiki kahramanımızın zamanında, yine belli bir abartma ve yaranma olsa da, kendi egemenlik alanını düzleyip temizlemek, geçmişin üzerine yeni bir düzen inşa etmek ve ne olursa olsun riskleri etkisizleştirmek daha çok ön planda.
Medyaya baskı, yayın yasağı, sansür, gazeteci tutuklamaları, yandaşlaştırma vb. de neredeyse birebir aynı. Buna kimse şaşırmamalı!
Rakiplerin varlıklarına el konması, orada burada dayanaksız davalar, yargılamalar, tutuklamalar, topluma korku yaymak, hooop yine aynı. Şaşırdık mı? Hayır.
Başlangıçtaki ve ortalardaki halk ilgisi ve desteği. Sonlara doğru o desteğin birdenbire azalabilmesi… Başlangıçta ve uzun süre ekonominin borç harç, yabancı sermaye desteğiyle yuvarlanıp gitmesi. En sonunda, böyle şişe şişe giderken, temeli sağlam olmadığı için büyük bir krizle patlayıvermisi... Ekonomide fiyakanın birdenbire bozuluvermesi, büyük güçlerle kapışma, iktidar bloğunda çatlama, devalüasyon ve yoksullaşma... Bunları ilk kahramanımız için biliyoruz da, ikincisi için henüz kesin bir şey diyemiyoruz, sadece izliyor ve seziyoruz.
Bu durumda “Peki ya sonları” diye soruyoruz. Sonları da benzer mi? İşte onu bilemiyoruz. Ama bu zulüm, bu baskı, bu sansür, sokak, yasak, gidişat… kıllanıyoruz…
Ali Mert