Gezi Direnişi’nin estetiği
GEZİ DİRENİŞİNİN ESTETİĞİ

Bu yazı, Gezi Direnişi’nin yarattığı özgün pratiğin bir ürünü olarak devam eden forumlarda yapılan bir sunumun metni olarak kaleme alındı. Gezi Direnişi’nin yarattığı yeni bir mücadele estetiğine işaret edilen sunum, tamamen farkındalıklar üzerinden yola çıkıyordu. Haziran Direnişi’ne katılan herkes şu veya bu şekilde hafızalardan silinmeyecek birçok farkındalık yaşamıştır; hafızamızda yer edinen ve asla silinmeyecek tanıklıklar, görüntüler... Ancak bir arkadaşımın  bana anlattığı ilginç bir anektod, tüm bu farkındalıkların ortak bir paydası olduğunu gösterdi. Meseleyi daha iyi algılayabilmek için anektodu aktarmakta fayda var: Anlatıldığı kadarıyla, bir otoyolda seyreden kamyonetin kasasındaki kavunlar yola saçılıverince, trafik ister istemez bir süreliğine kitlenmiş ve kamyonetin arkasındaki araçların sürücüleri, sakin bir şekilde arabalarından inmişler ve kavunların toparlamasına yardım etmişler.

 

Arkadaşım, anektodu aktardıktan sonra şöyle bir yorum yaptı: Eğer aynı olay Gezi Direnişi’nden önce yaşansaydı, muhtemelen trafikteki diğer sürücüler, kornalarına basarlar ve küfredelerdi. İşte yazıda bahsedilen, farkındalık tam da bu! Anlatılan başta bir detay gibi algılanabilir; ancak unutmamak gerekir ki bazen küçük bir detay, bütüne dair önemli ipuçları verir. Tıpkı, Ali İsmail Korkmaz’ın annesinin yaptığı gibi.. Eli sopalı katillerce dövülen Ali İsmail Korkmaz, komaya girdikten sonra, annesi, oğlu hayatını kaybedene kadar, 38 gün boyunca Ali’nin kırmızı montunu giymiş… Acısını, oğlunu montundan koklayarak, yaşayan bir annenin gazetedeki resmine bakmak çok zordu… Ancak acılı annenin fotoğrafına ilk baktığımda fark ettiğim bir şey oldu! Ali İsmail Korkmaz’ın annesi, kırmızı montu giyerek, sanki bize bir mesaj vermek istiyordu ve ipucu da kırmızı montta saklıydı. Belki o günlerin aleviyle, algılarım bana bir oyun yapıyor olabilirdi; zira Gezi Direnişçisi beş genç hayatını kaybetmiş, binlerce kişi de yaralanmıştı… Ancak yine de ilk başta, algımı doğru kabul ederek, acılı annenin bize ne mesaj vermiş olduğunu kendimce sorguladım ve bu yazıda da sorgulamaya devam edeceğim. Fakat bu konuda sağlıklı bir sorgulama yapabilmek için yazının en başında bahsedilen Gezi’nin yarattığı farkındalıklara başka örneklerle devam etmekte fayda var.

 

Yine bir yakınımın 13 yaşlarındaki bir kızından bahsedeyim; ilköğretim öğrencisi kızın Facebook’ta aylar önceki bir paylaşımını hatırlıyorum, şöyleydi: “Her çıktığı kıza, ilk defa bu kadar çok sevdim, diyen canlıya; erkek denir.” Bu onun, tebessüm ettiren paylaşımlarından sadece birisiydi; ama aynı kızın, Gezi Direnişi’ndeki paylaşımlarını görünce çok şaşırmıştım. Bir tanesi aklımda kaldığı kadarıyla şu şekildeydi: “Şu diktatör de bir türlü istifa etmedi gitti yaaa…” İşte bu değişim  bile tek başına, 31 Mayıs itibariyle başlayıp, büyüyen bir kalkışmanın gücünün, ne anlam ifade ettiğini bize gösteriyor. Gezi Direnişi en somut haliyle, 13 yaşındaki bir kızın algısını, birden bire değiştirmiş ve siyasallaştırmıştı; ama meselenin esas itibariyle bizi şaşırtan boyutu ise, kuşkusuz bu dönüşümün çok hızlı bir şekilde gerçekleşmiş olmasıdır. Konunun sosyal medya boyutunu bir örnek daha vererek kapatalım. Bir yakınımın Gezi Direnişi öncesinde: “Arkadaşlarla Napoliten makarna yemece…” türünden, her anını tweetleyen paylaşımlarına aşinaydım; ancak onun Haziran ayının başlarında: “Beşiktaş’ta barikatta arkadaşlarımız yaralandı, hekim arkadaşların acil desteğine ihtiyacımız var!” gibi tweetlerini görmeye başlayınca çok mutlu olmuştum; çünkü aynı zamanda kendisi ilk defa bir eylemin içinde yer almıştı. İşin aslı, Gezi direnişi öyle büyük bir kalkışmaydı ki Nihat Doğan bile insanı şaşırtan paylaşımlar yaptı; ama konuyu sulandırmamak için burada duralım.

 

Konuya ilişkin olarak, başka mecralarda da ilginç gözlemler yapmak mümkün; kişisel çevremdeki örnekler, bütünü ne derece yansıtır kestirmek zor; fakat yurtdışındaki birçok insanın Türkiye’ye dönüp Gezi Direnişi’ne destek vermek istediğine tanık oldum; oysa öncesinde hemen hemen birçok insanın ortak arzusu, daha iyi bir yaşam için yurtdışına gitmekti… Peki objektif olmak için, tersi örnekler sunmak mümkün mü? Çünkü şimdiye kadar, ibrenin hep pozitifi gösterdiği örnekler üzerinde durduk. Negatif örnek aradığımda benim aklıma Şafak Sezer geliyor. Direnişin en başında, eylemlere destek veren Sezer’in, iftar yemeğinde, Erdoğan’ın elini öpmeye niyetlenmesi ve Gezi eylemlerine katılmış olduğu için özür dilemesi, insanın aklına en başta, biat kültürünü getiriyor. Yani Türkiye’de egemenlerin düzeni, tıpkı Şafak Sezer gibi halkın diz çökmesini ve iktidara biat etmesini istiyor, basına, iftar yemeğinden yansıyan fotoğrafta bu gerçeğin maalesef fazlası var eksiği yok.

 

Peki ya Gezi protestolarının nedenini “hava güzeldi” diyerek özetleyen ve 31 Mayıs itibariyle yaşanan her şeyi bir tür yaz eğlencesi olarak nitelendiren Okan Bayülgen’in açıklamalarını doğru kabul etmek mümkün mü? Gezi protestolarına katılan milyonlarca insanın “Hükümet istifa!” sloganından çekinen, ürken Okan’ı ve aslında Şafak’ı da gerektiğinden fazla kale almamakta fayda var; çünkü vardıkları nokta, şurada veya burada yaptıkları açıklamalarla dolaylı olarak da olsa, Haziran direnişinde kaybettiğimiz insanların bir yaz eğlencesinde öldüklerini kastetmeye kadar varıyor.

 

Haziran Direnişi, yeni bir mücadele estetiği yarattı demiştik; peki bu tam olarak nasıl oldu? Herkes, “mevzu sadece üç, beş ağaç değil” diyor ve gerçek nedenler konusunda, belirli tezler üzerinde ortaklaşıyordu… Fakat bu yazının derdi ortaklaşılan ve sıkça dile getirilen tezlere bir yenisini eklemek kesinlikle değil; bu yazının çabası, insanları vicdanen rahatsız eden ve onur mücadelesinin fitilini ateşleyen meseleler üzerinde durmak. Bunlardan ilkini hatırlarsınız… Gezi Direnişi’nin hemen öncesinde Hatay, Reyhanlı’da bir patlama olmuş, resmi rakamlar 52 kişinin öldüğünü söylerken, Reyhanlı halkı sayının çok daha fazla olduğunu iddia etmişti. İşte tam da Reyhanlı’da yaşanan bu patlamanın hemen sonrasında basına bir fotoğraf yansımıştı: Bir kadın, ellerini, gökyüzünü kucaklamak ister gibi iki yana açmış feryat ediyordu; kadının durduğu yer, muhtemelen kendi evinin enkazıydı ama esas kötü olan, böylesine acı bir feryada yol açan şeyin, o kadının çocuklarını veya ailesinden herhangi birisini kaybetmiş olması ihtimaliydi… Zaten başka türlü bir kadın kollarını gökyüzünü kucaklamak istercesine niye açar ki! Ancak “bize yeryüzünde yaşama şansı bırakmadılar” diyen bir kadın öyle feryat eder ve yine ancak acılı bir anne, gökyüzünü büsbütün kucaklamaya çalışır! Reyhanlı’daki kadın gökyüzünü kucaklar, Ali’nin annesi oğlunun montunu.. Ethemlerin, Mehmetlerin ve Medenilerin annelerinin acıları bu ülkeye hatta yeryüzüne sığar mı!

 

İşte Gezi’nin fitilini yakan ve onu, insanlığın onur mücadelesi haline sokan benzer, o kadar çok örnek var ki! Örneğin, kanser hastası Dilek Özçelik… Sağlık sisteminin çarpıklıkları yüzünden, ilaçlarını temin edemediği için son çare olarak bakanın karşısına çıkarak yardım istemiş, ancak alay edercesine eline üç kuruş para sıkıştırılıvermişti!... Yaşam mücadelesi veren, gencecik bir kıza dilenci muamelesi yapan zihniyetin, yarattığı infial duygusunu, Gezi ruhunda görmemek mümkün mü! İşte tam da bu ve benzeri onlarca örnek yüzünden, AKP’nin, on yılı aşan, iktidarı boyunca, kapitalizme, neoliberalizme, dinci gericiliğe, dahası bizzat Erdoğan’a ve onun şahsında AKP’ye karşı biriken nefretin doğurduğu büyük patlamanın bir hediyesi olarak ortaya bir mücadele estetiği çıkmıştı…

 

Peki, neydi bu, yeni mücadele estetiği?... Aslında, bahsini ettiğimiz şey, Türkiye toplumunun ilk defa karşılaştığı bir şey değil; ABD’nin 6. Filo askerlerini protesto etmek isteyen, 68 gençliği, ABD askerlerinin kepini çalarak… Ya da harçların yükseltilmesini protesto etmek için doksan altı yılında, İstanbul  Üniversitesi’ni işgal eden üniversite gençliği, bir geceliğine kamulaştırdığı kantinin maddi zararını temin etmek için aralarında para toplayarak, bugüne ilişkin bir mücadele geleneğini miras bırakmışlardı. Velhasıl, toplum, dünden bugüne, Gezi direnişiyle birlikte, bahsini ettiğimiz mücadele geleneğini toplumsal hafızasında halen diri tuttuğunu bizzat göstermiş oldu.

 

Bu noktada, okuyuculardan: “Peki, bunda yeni olan ne?” diye haklı bir soru gelebilir. Yeni olan, kuşkusuz, en başta, milyonlarca insanın katıldığı ve bir aya yakın bir zamana yayılan kitlesel gösterilerde tansiyonun hep en tepede olmasına rağmen, Gezi Direnişi’nin hiçbir şekilde meşruiyetini kaybetmemesiydi. Bu ülkede, insanlar birçok kez muazzam katılımlarla meydanları doldurmuş ve İstanbul’un bir ucundan öbür ucuna akın etmişti belki ama, sokağın art arda bu kadar sıklıkla, kesintisiz bir şekilde kullanılması ve toplumsal anlamda büyük bir beklenti ve dönüşüm heyecanı yaratması kesinlikle bir ilkti. Öte yandan direnişçilerin, karşı propagandaya karşı boşluk bırakmayıp bu tür girişimleri mizahıyla komik duruma düşürmesi ve AKP’ye her alanda tam saha pres yapması zaten gözler önündeydi… Peki, mücadele estetiğinin yeni yüzüne ilişkin örnekler bunlarla mı sınırlı, kesinlikle değil. Gezi ruhu devam ediyor, önümüzdeki süreç bizleri muhakkak yepyeni şeylerle, tanıştıracaktır. John Berger, protesto gösterilerinin doğasına ilişkin şöyle bir tanımlama yapar: “Her ciddi siyasi protesto mevcut olmayan adalete yapılan bir çağrı ve bu adaletin istikbalde gerçekleşeceğine dair bir umuttur; ancak protestoların birincil nedeni bu umut değildir. Karşı çıkmamak son derece onur kırıcı, küçültücü, ölümden de beter olacağı için protesto eder insan”. Berger’in yorumuna bakarak biz de şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de AKP saldırmaya devam edecektir, çünkü başka çaresi yok. Ancak bu saldırılara karşı sessiz kalmanın onur kırıcı, küçültücü olacağını bilen halk da, onlarca Gezi Direnişi yaratacaktır.

 

Yazıyı bitirirken tekrar Ali’nin annesinin, kırmızı montta saklı olan ipucuna geri dönelim. Bence acılı annenin mesajı tamamen kırmızıdaydı… Kırmızı zaten güzel bir renk fakat hatırlayacak olursak, Gezi Direnişi’nin sembolü olan fotoğraflardan ilkinde polise direnen bir kırmızılı kadın vardı; tek başına o fotoğraf bile, kırmızıyı, Gezi’nin neredeyse sembolü yapmıştı; fakat biz yetinmeyelim, kırmızıya bir örnek daha verelim: Redhack. Gezi direnişi süresince canını dişene takarak direnişe destek olan Redhack, Halk tv ile yaptığı röportajında ne demişti: “Eğer bir gün yakalanırsak, bizler de büyük devrimci önderlerimiz, öncüllerimiz, ağabeylerimiz, yoldaşlarımız gibi vaktinden önce durdurulur, düşer ya da muhtemeldir katledilirsek, özgür halkımıza vasiyetimizdir; eğer bugüne kadar yayınladıklarımızla, yaptıklarımızla, duruşumuzla hak ediyorsak, hak ettiğimize inanıyorsanız, sokağa çıkın ve eşit, adil, sömürüsüz bir dünya kurmadan evinize dönmeyin”. O halde biz de Redhack’e ve göğü kucaklamak isteyen analara söz verelim: Eşit, adil, sömürüsüz bir dünya kurmadan evimize dönmeyeceğiz.

 

Harun Yılmazer

hylmzer@gmail.com 

Facebook
yorumlar ... ( 2 )
31-07-2013
31-07-2013 23:02 (1)
Öncelikle ve mutlaka bizim sol-sosyalist parti önderlikler, bu konu üzerine çok düşünmeli, bu konuda "sol yakada" yazılanları hiç olmazsa "lütfen" okumalılar. Son 90 yılı yeniden gözden geçirmeliyiz! Korkmadan!Kendimize rağmen! Son 30 yılda yalnızca bir gerileme kaydettiğimizi dürüstçe kabul etmeliyiz. Bu "isyan" ile sosyalizmin, insaniliğin,tinselliğin(Kavunları toplamak bir tinsellikti!) besleneceği bir damar kendini gösterdi.Bu "maden ocağına" korkmadan girelim!O.Gürsel
06-08-2013 23:22 (2)
Yazarın sıraladığı bu örneklerden yola çıkarsak fotoğrafın bütününde Türkiyede insanların artık gençlerini feda etmek istemediğini görüyorum.68-78 gençliğine sahip çıkamadık. Hapislerde işgencelerde yok olup gittiler. Artık gençlerimize sahip çıkıyoruz. Onlar geleceklerini kurtarmak isterken seyirci kalmak istemiyoruz.Gençlerimizin geleceği Türkiyenin geleceğidir.Güzel bir gelecek için mücadele veren gençleri desteklemek bizim görevimizdir. selami eke
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211162
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.