Freud'un bilinç-bilinçaltı fantezisi (toparlama)
Herhangi bir anda kenara çekilin, sakin bir yere oturun ve bilincinizi boşaltmayı, hiçbir şey düşünmemeyi deneyin. Başaramadığınızı göreceksiniz. Meditasyonda çok ileri düzeye yükselenler bile bunu uzun süre başaramaz, onun yerine imgelemi tek bir noktaya odaklamaya yönelirler. Bilincinizi bembeyaz, bomboş yapmaya çalıştığınızda büyük çoğunluğu rastgele, bir bölümü çevre uyaranlarca serpilen, içiçe geçmiş ve birbirini izleyen çok sayıda imge, anı, duygu, düşünce parçacığı, kümesi sahnede bir festivale başlarlar.
Ya da uykuda rüya gördüğünüzde. Bilinciniz görünüşte kapalıdır, ama gayet bilinçli konuşmalar, senaryolar içinde yaşamaya başlarsınız, mantıkla mantıksızlık, gerçekle gerçek dışı yoğrulmuş halde resmigeçittedirler.
Sakin sakin otururken ayağınızı bir sinek soksa aniden çekersiniz bacağınızı. Sinek soktuğunu ve bacağınızı çektiğinizi hareketi yaptıktan sonra ayırt edersiniz. Buna da refleks diyoruz.
Bir önceki bölümde görmüştük, aynı konuda birçok deney gerçekleştirilmişti. İstemli hareketleri yaptığımızda karar alan merkezden önce beynimizde başka bir merkezin çalışmaya başladığı gösterilmişti. Yani karar alan veya kararın farkında olan veya kararın alındığını bildiren beyin merkezleriyle gerçek karar alıcı merkez birbirinden farklı olabiliyordu.
Tüm bunlardan çıkarmamız gereken sonuç ne olmalı? Beynimizde veya beynin işlevselliğinde şunlar bilinçtir, bunlarsa bilinçdışıdır diye ayırabileceğimiz ayrı bölümler yok. Şu an bilinçli olan ertesi saniye bilinçsiz hale geçiyor. "Ben"im ve "bilinçliyim" diyen merkez de keza sürekli nöbet değiştiriyor, beyinde veya onun işlevselliğinde "ben"i veya bilinci yerleştirebileceğimiz kalıcı ve aynı nokta yok.
Ve belki daha önemlisi, bilinç ve bilinçaltı ayrımı gerçeğe uymadığından “bizi bilinç yönetiyor” veya “bizi esas yöneten, baskın olan bilinçaltıdır” demenin bilimsel bir anlamı da yok. Bunlar fantezi. İlla hangisi baskındır diye sorulsa (ki aynı nedenle kısmen anlamsız bir sorudur) elbette bir bütün insanlık durumu-kültürü için de, tek tek insanların bireysel gerçekliği için de “onu asıl belirleyen bilinçli halidir” diyebiliriz.
Peki, tüm bunlara karşın niye insanlar hala bilinçdışı kavramını kullanıyor? Birinci nedeni bunun gündelik dile, kolayca kullandığımız rahat kavramlar arasına girmesi. Bir dil alışkanlığı yerleşince bazen karşıdakine laf anlatmak için kolaycılıktan, bazen mecburiyetten, bazen de farkında olmaksızın o kavramı kullanıyorsunuz. Ben bile birçok kez "bilinçaltı" sözcüğünü kullanmışımdır. Düşünsel alışkanlıkları, kolaycı konuşma kalıplarını değiştirmek çok zor.
Örneğin Türk filmlerinde polis gelir ve kişiyi “tutuklar”. Oysa Türkiye'de polisin tutuklama yetkisi hiç olmamıştır. Polis gözaltına alır, yakalar vb.. Ama belki bin sefer uyarılmış olsalar da Türk filmi polisi “tutuklamaya” devam eder. Akıl bir kez tutuklanmıştır çünkü.
Buradaki yorumlarda da gördünüz. Bilinç-bilinçaltı ayrımının hiçbir bilimsel kanıta dayanmadığını, tersi yönde kanıtların ise dağ gibi yığıldığını söylesek de bazı okurlarımız görüş bildiriyorlar. "Ama aslında ben bilinçaltının daha güçlü olduğunu düşünüyorum!"
Başka bir temel neden ise bunun bir dünya görüşü, bir inanç sistemi olarak belli tipte kişiliklerin değişmez yeğlemesi keyfiyeti.
Şu otuz yıldır geliştirmeye çalıştığım temel tezlerimden biri: Heraklit'in ve başka birçok düşünürün vurguladığı "karakteri insanın kaderidir" görüşünün günümüz bilgi düzeyiyle güncellenmesi.
Kanımca (tezime göre) insan toplulukları belli temel kişilik grupları altında bölünürler. Çağlar boyu değişmez bir gerçektir bu. Kuramı burada anlatmayacağım. Kısaca şöyle özetleyeyim. Hemen her çağda, her toplumda belli tipte kişilik özellikleri fazla değişmeden sabit kalır. Örneğin bir şeylere körü körüne inanma eğilimi gösterenler, sorgulayıcılar. Düzene uyanlar, düzene isyan edenler. Dindarlar, dine inanmayanlar gibi...
Freudculuk da bir dogma veya inanç sistemi olarak onu sorgulamadan kabul eden belli kişiliklere bir şekilde çok uyan bir öğretidir ve bizim aksini kanıtlama çabalarımız, ne kadar sağlam kanıtlar ortaya koysak da pek çok vakada bir işe yaramayacaktır.
O halde niye bu kadar emek veriyoruz, çaba harcıyoruz? İlk neden kendimizi rahatlatmak için, “ben görevimi yaptım, tebliğimi yaptım” diyebilmek için vicdanımıza. İkincisi de tüm insanlar bir şeye inanmakta veya inanmamakta iki grup altında toplanmaz veya toplansa da bazıları o saflarda gevşek durur, bağımsız durur. İşte giriştiğiniz o ikna çabaları daha çok bu ortadaki, görece bağımsız, daha sorgulayıcı düşünebilen insanlarda işe yarayabilir, yaramaktadır.
Ahmet Öz ve Mutluhan İzmir dostlarımın bu görece bağımsız ve sorgulayıcı düşünenlerden olduklarını sanmıyorum, ama yine de deneyeceğiz.
Bir futbol takımının taraftarı olmak genellikle akıl dışı (bilinçdışı) motivasyonlardan kaynaklıdır zannedilir. Biraz doğruluk payı vardır bunda. Ne ki yapılan birçok çalışma akıl dışıyla açıklanamayacak birçok somut veri sunar bize. Estetik duygular, uyarılma ihtiyacı, eğlenme gereksinimi, kendine güven kazanma, aidiyet hissi kazanma, grup dinamiklerinden yararlanma, ekonomik getiri, kazanma duygusu, ortaya konan başlıca motivasyon kaynaklarıdır. Örneğin Amerika'da yapılan bir araştırmaya göre başarma-kazanma duygusu (takımın başarısı) taraftar olmaya iten etkenler arasında beşinci sıradadır. Ama gariptir, takımı fanatik olarak tutmaya devam etmek için “başarı kazanma” gereği birinci sıraya geçer. İngiltere'de yapılan başka bir araştırma takımın başarısının taraftar olmak için çok daha geride yer aldığı anlaşılmıştır. (ABD -İngiltere arası kültür farkı, bizde herhalde başarı beklentisi daha ön sırada yer almaktadır.) (Wann, Melnick, Russell, Pease-Sport Fans)
Bunu niye anlattık. Bir kere takım taraftarı olduktan sonra o takımı bırakan kaç kişi gördünüz? Herhalde pek azdır. Bir dinin mensubu olarak yetiştikten sonra başka dine geçenler? Dinsiz olanları saymazsanız (o da ayrı bir karakterdir), daha da az. Başka deyişle belli kişilik ve çevre etmenleriyle insanlar bir aidiyete kapılırlar (her kişi için çevre-kişilik oranı, baskınlığı farklıdır) sonra da o aidiyetlerini kolay kolay terk etmezler.
Buna her şart altında çevre etkeni destekte bulunur. Türkiye'de Sünni İslam olmak her alanda başarı getirir, o yüzden Sünni İslam bir kişinin bunun toplumdaki en yaygın yorumundan uzaklaşması çok zordur. Freudculuk da Avrupa ve ABD entelektüel aleminde başarı getirir, en azından dışlanmayı önler. Bir kişinin Freudculuğu bırakması o yüzden de çok çok zordur.
Türkiye'de düşünür olmak
Burada yazılmakta olan Freud eleştirisi bugün dünyadaki Freud eleştirisinin en uç noktası. Tevazua gerek yok, bu böyle, siyaset psikolojisiyle bu kadar ilgili, pratiğin içinde, tıbbı, hem psikiyatriyi, hem psikolojiyi, evrimci psikolojiyi, hem de Marksizmi birlikte bilen, bu kadar lüzumsuz disiplinle aynı anda haşir neşir benim kadar gereksiz ikinci bir kişi yok.
Peki tepki? Bir potansiyel güç ancak tepkiyi karşılayacak bir maddi güç varsa kinetik güce dönüşür. Sanırım bendeki güç sanal bir güç, o yüzden herhangi bir maddi gerçeklikten yansımıyor, ciddi bir ideolojik tepki de bu yüzden almıyor, tartışma çıkmıyor. Zaten ABD odaklı psikiyatri, psikoloji çevreleri Freudculuğu zararsız hale getirmişler, o nedenle ona yüklenme gereği de duymuyorlar pek. Onu tarihsel bir zenginlik olarak kabul ediyorlar.
"Psikiyatri ve Psikoloji, Birleşik Devletler'de uzun süredir psikoanalize meftun durumdaydı. Ancak son yirmi yılda uygun yere konuldu, kesin biçimde ıskartaya çıkarılarak değil, ama artık kendi başına yeterli ve gerekli görülmeyerek. (Tüm iktisadın Marksizm içinde değerlendirildiğini düşünün, yakın zamana dek psikiyatri de psikoanalize bağımlıydı)" (Nassir Ghaemi - First Rate Madness)
Onlar onu uygun yere koyup bırakmışlar, ama biz bırakamayız. Çünkü onlar siyasetle, solla ilgilenmiyor pek fazla. Bizse burada sol içindeki ezici liberal baskıyla mücadele etmek için onun temel direklerinden biri olan Freudculukla baş etmek zorundayız. Nasıl olacak benimki gibi hayali güçlerle bu? Liberallikten kastım, sol içine sol olmayanı katan her türlü ideolojik etki. Geniş anlamda alıyorum bu kavramı. Böyle baktığınızda bizde milliyetçi, ulusalcı, jakoben görünümlü liberaller de çok.
Türkiye'de edebiyatçı olmak
İyi bir eser bu ülkede yazarın cezası. Yazar popülerse yazdığı vasat-vasat altı eser yayınevince yazılmadan kapılıyor; bay-bayan yazarımız daha son bölümü bitirmeden reklamı başlıyor. Sorun bu işte. Bu dönme dolapla hipnotize edilmiş vasat okur aynı devridaimi sürdürmek için ayrı bir baskı oluşturuyor. Yazar popüler değilse yayınevleri kapısında eziyet başlıyor. Önce yorgun-bezgin editörlerin önünde aylarca-yıllarca bekleyeceksiniz. Sonra oldu ya beğenildi eseriniz, acaba satar mı sınavını geçeceksiniz. Basıldı mı üçüncü aşama geliyor, kitabın duyurulması. Dördüncü aşama tekellere dönmüş kitapçılarda müessese müdürü ile iki ayda bir değişen satıcı çocukların merhametine kalma. Beşinci ve en korkunç darbede büyük çoğunluğu cidden alık okurun muhteşem beğenisinde sınanma.
Genel için konuşuyorum, problem zaten genel olanda. Özel problemler çok daha kolay aşılır. Kendim için konuşmuyorum, bana ilk iki adım pek zor olmamıştır, sonraki adımları son on yıldır hiç mi hiç takmıyorum zaten.
Özel dedikte, o yolda söyleyeceklerim var elbet. Başlıkta Kemal Okuyan'ın adı geçiyor. Sevgili Kemal kusura bakmasın, seveni ve sevmeyeni çok bol, o yüzden ondan söz ettiğimiz yazılar özellikle reyting yapıyor, faydalanalım dedik. Bir de Freud Mreud, feriştahını yazsak, burada resmen ölümsüzlüğün sırrını açıklasak… Fazla ilgi uyandırmıyor. İlla da siyasi polemik olacak, kavga olacak. Freud okutmak için araya böyle parça koyuyoruz işte. Hem böylelikle ikide bir Kemal Okuyan’ı soran kimi yorumcularımızı birkaç aylığına tatmin ederiz belki.
Geçen yıl Ekim sonuydu, Kemal Okuyan aradı telefonla, yine çok uzun süredir görüşmemiştik. (Yerel seçimden önceydi, parti tek ve sağlamdı daha) “Kitabını çok beğendim, tebrik etmek için aradım” dedi. Kayıp Devrimin Öncesinde için konuşuyordu. Daha önce gazetede günlük çıkan tefrikanın bazı bölümlerini okuyabilmiş, kitap çıktıktan sonra topluca okumaya yeni fırsat bulabilmiş. Uçakta okudum çoğunu, kahkahalarımı tutamadım, dedi. Çok zekice yazılmış. Reenkarnasyon Kulübü'nü de beğenmiştim ama, bu başka… Bu gerçekten çok iyi. Tam istediğimiz bir tarz, dedi. Farkımızı çok renkli biçimde sergiliyor yollu bazı şeyler söyledi. “Bunu partide eğitim kitabı olarak önereceğim...”
Teşekkür ettim, sevindiğimi söyledim, gerçekten sevinmiştim, ama içimden de “umarım bu düşüncelerini bir yerde yazmaz” diyordum. Çünkü Reenkarnasyon Kulübü için de tebrik etmişti, yazacağını söylemişti ve yazmıştı: Aman Allah’ım, övüyor mu, sövüyor mu belli değildi. Partililer arasında okunması bıçak gibi kesilmişti.
Kemal, Kayıp Devrimin Öncesinde için yazsaydı herhalde şöyle bir şey okurduk:
Kaan'ın yeni romanını bitirdim. Büyük bölümünü sonuna dek bir uçak yolculuğunda okudum. Mizahı çok iyiydi, öyle ki kendimi tutamadım, herkesin içinde defalarca kahkahayla güldüm. Eğer sorarsanız bu mizah çok değerli, bizim istediğimiz türde bir mizah mı, evet öyledir diyemem bütünüyle. Gereksiz birçok konuya girmiş, bazı espriler fena değil, ama sululuk ölçüsü yer yer fazla kaçmış. Bir de insan uçak yolculuğunda gergin oluyor ne de olsa, biraz da şarap falan içince, ne şaka yapılsa gülüyorsunuz.
Çok zekice yazılan bir roman olduğu kesin. Yine de her zeka gösterisi bizim parti çizgimize hizmet eder mi diye sorulsa iyi bir soru olur. Çok riskli. Böyle zekalar çok risklidir örgütlenme için. Zekanın belli bir doğru hatta yönlendirilmesi şart. Reenkarnasyon Kulübü için yazmıştım, bu yazar bizim yoldaşımız, yoldaşlarımızın yapıtlarını değerlendirmemiz gerekli. Bu önceki romanı da güzeldi, fakat gereksiz eften püften sorunlara fazla girmişti, burada da lüzumsuz birçok sayfa var, ama bizi anlatmış, bir şekilde karşılık bulmalı. Kayıp Devrimin Öncesinde çok iyi. Romanda belli bir ilerleme sağladığı söylenebilir. Partiden, yoldaşlardan itiraz gelirse söylenmeye de bilir.
Bu tarz, bu mücadele romanı, bu partinin önem verdiği gündemleri günü gününe ele alış tam istediğimiz bir şey, ama tamamen istediğimiz bir yaratı ortaya koyabilmiş mi bakalım. Severseniz mesele yok, eleştiriler ağırlaşırsa kefil olmam. Bu arkadaşları desteklemek lazım, ama öteki yazarları da kıskandırmadan. Bu roman çok iyi ama, neye göre iyi? Bu kadar kalitesiz edebiyatçıların bulunduğu yerde Kaan gibiler doğal olarak Abdurrahman Çelebi.
Kitap parti içi eğitim çalışmalarında okutulmalı. Yoldaşlar siyasi çalışmaları aksatmayacak biçimde hiç değilse ayda bir-iki sayfa okuyabilirler. Odun değiliz ya, sanattan burjuva sınıfından daha iyi anladığımızı göstermeliyiz. Önümüzdeki on yıl içinde benim ve Aydemir’in kitaplarından sıra gelirse listeye koyduracağız.
Şu da var ki içimizden olanlara daha fazla arka çıkmalıyız, ancak bu edebiyat tayfasının egoları çok şişkin olur, fazla da yüz vermeye gelmez, sonra başımıza çıkıyorlar. Siyasi bir kavga içindeyiz. Gereksiz risklere girmenin hiç gereği yok.
Şimdi bunları niye yazdım? Az öncekilere ek olarak şunu da söyleyeyim. Biz Freud'u anlatamayacağız sosyalistlere, Marksizmi anlatamayacağız, estetik anlatamayacağız, felsefe anlatamayacağız… Ne anlatacağız? Gıy gıy gıy günlük ezber siyaset, AKP çok kötü, mücadele ediyoruz, devrim güçleri muazzam... Dön dolaş üç yüz kelime, aynı şeyler...
Bizim Freud'u anlatabilmemiz liberal etkiyi kırmak için çok önemli, ama liberal etki bizim bunu anlatmamıza engel oluyor, sürekli aynı kısır döngü.
Enver Aysever'in, Can Dündar'ın onun bunun el üstünde tutulduğu yerde biz sosyalistlere bir şey anlatamayız. Daha baştan sosyalistler sesimizi kestiği için vatandaşa da anlatamayız.
Enver Aysever, Can Dündar vb. gibileri hiç sevmediğim veya onlardan nefret ettiğim için yazmıyorum bunları. Onların bulunduğu yerde biz kovuluruz, eşyanın tabiatı bu, hakikat bu. Onların hüsnü kabul gördüğü yerde Kayıp Devrimin Öncesinde gömülür. Yoksa Ahmet Cemaller, E.Aler, C.Dlar, E. Tlar, o kesimin en iyileri, o yönlerine bir şey demeyiz.
Bunlar merkez medyanın sol görevlileri, sol sansürcüleri olarak çalıştı yıllarca. Oralardaki görevleri bitirilmese dışarıdaki solda gözleri olmazdı aslında.
Enver Aysever mesela, neredeyse sokaktaki kediyi köpeği bile çağırdı programına, örneğin TIP BU DEĞİL diye ortalığın yıkıldığı günlerde hiçbir arkadaşımızı çağırmadı. Niye? Adamın görevi bu. Sol filtrecilik. Bunlar seçim dönemleri geldi geçti geldi geçti TKP'den bir kez bile bahsetmediler. Ben şahsen zaten Taha Akyol'a Politik Psikiyatri kitabında Amerikancı dediğimden beri CNN'de kesiğim. Şimdi Enver kardeşim hangi yetkiyle, kara listeyi niye delsin? Daha sonra bir iki kere Kemal'i falan programa çıkardı, sosyalist kahraman oldu: Bizimkilerin şu ünlü şahıs, VİP budalalığı. O ünlüler yiyor bitiriyor sizin ününüzü…
Bizim sosyalist partilerimizin ara sıra bir eyleme katılmak ve yayın çıkarmak dışında ciddi bir siyasi çalışmaları, kitle faaliyetleri olsa gazetelerinde istedikleri kişiyi yazdırsınlar, çok sorun teşkil etmez. Ama on yıllardır bunlar zaten bir temsil duruşundan başka bir şey değiller, ideolojik duruştan ayrı bir ciddi maddi duruşları mevcut değil. Bu durumda siz her burjuva liberale yayınlarınızda mültefitçe payeler verirseniz sizin temsiliniz işte o olur. ÖDP, Birgün'ün yazarları demektir, TKP, soL’da yazan Enver Aysever demektir, bu budur.
Bu böyle olduğu sürece biz Orhan Kemal roman çizgisini de anlatamayız solculara, sağlıkta halkçı duruş çağrılarımız yankısız kalır, felsefeyi, evrimci psikolojiyi işlesek gençler "haa??" derler, bakarlar sadece.
Velhasıl kafaları burjuvalara teslim etmişsiniz, sosyalist olduğunuz halde ideolojik olarak en büyük korkunuz “aşırı sol”, bizim gibileri serbest radikal, meczup ilan etmişsiniz, biz de burada yırtınıyoruz, ama niye? Sanırım hakikate aşkımızdan. Var mıdır bir bilinçaltı bağı?
Türk aydını yamyamdır, birbirini yer. Türk aydını üretime, liyakata bakmaz; biat ve sansür yasaları işler kafasında.
Freud’un Cinselliği
Freud insanın cinselliğini akıl-ruh yapısında baş yere koymuştur ve böylece bir devrim gerçekleştirmiştir, denir. Bir yere kadar doğru. Devrim biraz nasyonal sosyalist bir devrim olmuştur yalnız. Cinselliğe bakışı önemserken insanlığın cinsellik bilgisini de dumura uğratmıştır neredeyse yüz yıl.
Freud, “İnsanın ruhsal-akli işleyişinde, ruh sağlığında-sağlıksızlığında cinselliğin rolü çok önemlidir” deseydi ve bunun az çok mantıklı düzeneklerini ortaya koysaydı, amenna.
Freud’un insanlık cinselliği dediği şey, haza şahsının mesnetsiz sapıkça düşünceleridir. Hızla özetlersek şudur: Freud’a göre insanın cinsel arzusu doğumla birlikte başlar. Bu kast ettiği cinsellik, libido, simgesel veya metaforik anlamda değildir, basbayağı cinselliktir. Bebek önce annesinin memesini cinsel obje olarak algılar. Basbayağı cinsel obje, lamı cimi, metaforu yok. Sonra ondan ayrılmakla büyük bir cinsel, varoluşsal yoksunluğa girer. (Yalandan kim öldü.) Ama seks güdüsü bu kez kıçına yani anüsüne inmiştir. Basbayağı kaka yani bok ve onu tutma ve çıkarma hadiselerini bir cinsellik olarak algılar ve onunla halvet olur, ona bağımlı olur, meftun olur. (Allahtan kork, cinselliğin de bokunu çıkardın, tiksindirdin milleti). Ondan sonra asıl büyük şehvetli dönem gelir. Çocuk anasına aşık olur yeniden. Fakat babasını da rakip görmeye başlar. Üçlü takılırlar, ancak büyük bir tehdit altındadır. Anasına olan bu şehvetini fark etmekte olan babası her an onu hadım edebilir. Hadım ederse ne olur. Ne olur bu erkek çocuk? Anası gibi olur, öbür kızlar, kız kardeşleri gibi olur, yani pipisiz ve aşağılık bir yaratığa dönüşür! İşte insanın tüm yaşamına yön veren en esas takıntısı, insanın varoluşsal özü bu karmaşadır. Bu dönem fallik dönemdir, ortalama 3-6 yaş arası yaşandığı ileri sürülür. Bu büyük, bu en önemli karmaşanın adı da şudur: Oedipus kompleksiii. Annnannannanannnn!
Şimdi burada bu kadar kaba şekilde ifade ettim diye, bu ne seviyesizlik diyenler çıkacaktır, bu adam kendini yazar, üstelik düşünür sanıyor… Ama aynen budur işte Freudculuk ve bu deli saçması diyeceğim (deliler çoğu zaman bu kadar saçmalamaz) , öküzlük diyeceğim (bir öküz asla bu kadar mantıksızlaşmaz) her neyse milyonlarca entelektüelce paylaşılan bir baş kuramdır dünyada. Lacan’ın dan Zizek’e, Althusser’ine buna inanırlar.
Gerçi yeni doğanda bir hafta sonra (erkekte) cinsiyet hormonu hızla yükselir. Üç ay sonra ergenlik öncesi dönemdeki düzeyine düşer. Kızda ise daha değişik bir mekanizma vardır, bir cinsiyet hormonu birkaç yıl yüksek kalır, ardından ergenlik öncesi dönemindeki hale geriler. Buna “mini puberte” adı verilir. (Chris Hayward- Gender Differences at Puberty) Evet, böyle bir şey vardır, ama Freud’un takvimine hiç uymamaktadır.
Freudcu cinsellik burada ve başka birçok yerde görüldüğü gibi basbayağı erkek bakışlı, (cinselliği adamakıllı baskılanmış her türlü çıkış arayan bir erkek) faşizan bir bakıştır üstelik. Bizde İslam’ı kadınların örtünmesi olarak algılayan ve öyle göstermeye çalışan çıkarcı mı çıkarcı, cahil mi cahil bir kalabalık çevre var biliyorsunuz. Bunların bazı kadınları, çarşafa türbana girmeyi bir haksızlık olarak değil, hak olarak görür ve bir de bu “hakkın” nümayişlerini yaparlar bilirsiniz. Freud düşüncesine inanan kadınlar da Freud kuramı ve pratiğinin kadın düşmanı yönü apaçık ortadayken adeta “Ulu elçi öyle emretmişse biz öyle hak ettiğimizdendir” demektedir. Akıl alır gibi değil. Tüm insanlık kurgusu, erkek çocuk, onun anaya aşkı ve babasının onu rakip görmesi üstüne oturtulur; kadınlar ise “biz ne oluyoruz burada, eşek başı mıyız” diye itiraz etmez. O kadınlar ki, zaten pipileri olmadığı için eksikli doğmuşlardır, onların hayatta bir kompleksi bile yoktur, sonra ağlamasınlar diye onlara da bir Elektra kompleksi uydurulur. Bu Elektra kompleksi aslında Oedipus kompleksini mantıken temelden götürür, öyle olması gerektir, ama kimde ne mantık arıyoruz?
Daha trajik olanı, bu kuram düşünce dünyasının yalıtılmış bir yerinde entel muhabbeti olarak durmaz. Bu sabuklamalarla insanlara tanı konur, bunlarla tedavi edilir… Ve bu arada daha sonrada örneklerini vereceğimiz yüz binlerce profesyonel kakavanlık yaşanır. Biri şudur örneğin:
Bir anne, çocuk koruma kurumuna başvurarak eski kocasının çocuk görme günlerinde dört yaşındaki kızını cinsel olarak suiistimal ettiğini söyler. Adam çağrılıp ifadesi alınır, müphem bilgiler elde edilir. Kadınsa psikolojik incelemeye gönderilir. Psikolog, uygulanan Rorschah testine dayanarak kadının, kendi kişisel sorunlarını çocuğunun sorunlarıymış gibi yansıttığını, depresif bir duygudurumla yorumladığından eski kocasına karşı iddialarının çarpıtmaya dayandığını belirtir. (Rorschah testi: Psikanalitik kaynaklı bir test, bu saçmalık psikanalitik yorumlarla birleştirildiğinde dadından yinmez) Bu yüzden kurum, annenin sonraki şikâyetlerini de incelemez. Bir yıl sonra çocuk kötü bir durumda acil servise kaldırılır. Çocuğa tecavüz edildiği anlaşılır ve rektumunda babaya ait spermler bulunur. (Tarafsız bir textbook’tan: Psychology in Perspective, Carol Tavris - Carole Wade, Longman.)
Daha çok var bu bilgilerden, cinselliğin esas bölümü bir sonrakine…
Kaan Arslanoğlu