“Bugün” yaşananları açıklayabilmek için tarihe başvurmak her zaman geçerli bir yöntem olmakla birlikte, -basit gelebilir ama- tarih bugünü açıklamak için yaşanmamıştır. Biz öyle görmek istediğimiz için öyledir. Oysa tarihe, bugünün kavramlarından yola çıkarak, şimdiki anı ve yaşananları açıklamak için ileri sürdükleri tezlerin geçerliliğini kanıtlamak için araçsal bir şekilde yaklaşanların egemen olması, bütün “şimdiki an” için önemli bir sorundur. Aslında bu, tarihin araçsallaştırılarak şimdinin “saltık bireyinin” hareket edebileceği alanları yaratmak için “keşfedilmiş” bir yöntemdir. Yalnızlaşmış, yalnızlaştırılmış insanın hapsolduğu şimdiki anda tarihi okuması ve anlaması, yalnızlığının içinde şişen egosu kadar mümkün olmaktadır. “Şimdi” üzerine söz söyleyebilmek için bugünün yalnız bireyleri değil, tarihin çokboyutluluğu üzerinde zenginleşmiş bir sentez gereklidir. İşte ancak bu, bugün için söylediklerimizi, eylediklerimizi tarihin bir parçası kılar. Dolayısıyla 2000'li yılların ilk on yılını tarih yapacak olanı saptayabilmek için kesintisiz bir tarihin içinde yer aldığımızı bilmek ve başta söz ettiğim “tarihi bugün kendilerini açıklayabilmek için” okuyanlardan ayrılmamız gerekir.
“19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi”ne (Çağlayan Kitabevi 7. Baskı 1988) Ahmet Hamdi Tanpınar, Divan şiiri üzerine şu satırları yazarak başlar: “Tanzimat'tan sonra üzerinde en fazla durulan ve tenkit edilen tarafı, şüphesiz ki, hayal dünyasıdır. Şiirimizde birdenbire bir bütün halinde görülen ve o kadar zevk düşkünlüğüne rağmen asırlarca devam eden bu hazır hayallerin, değişmez sembollü ve çok renkli hususi bir dil yarattığı muhakkaktır. Fakat daha dikkate değer tarafı mücerret dille, muayyen bir güzelliğin, muayyen bir şekilde övülmesi, hatta muayyen bir aşk tarzını bize vermesidir.”(s.5) Gelişmiş bir dille, alışılmış olanın verilmesi sorunu yalnızca Divan edebiyatı için yapılabilecek bir saptama değil öyleyse. 1990'lı yıllarla başlayan teknolojik gelişimin kültürel alan ile birlikte edebiyata etkisi de çok tartışıldı ve konuşuldu.
İnternetin gelişimi süreciyle ortaya çıkan olanaklar, burada paylaşılmaya başlayan edebiyat doğru zamanda, doğru adamlara ya da çevrelere biat etmeyen, yayınevi ilişkilerinin dışında kalmış, editör eleğine takılmış olanlara zemin açar gibi gözüktü. Dolaşıma giren çalışmaların neredeyse bütününe ulaşma olanağı doğdu. İnternet mecrasında böyle devam ederken bunun dışında yaşanan hızlı bir piyasalaşma süreci, bütün kitapları neredeyse aylık dergilerin tüketilme oranına eşitledi. Kimse değil bir iki yıl önce yayımlanan kitapları geçen ay yayımlanan kitapları bilemiyor. Hızlıca eserler gözlerimizin önünden akıp gidiyor. Satışın ve marketing'in boğucu kapsayıcılığı ve bu hıza yetişmek için çala kalem yazılan kitap tanıtım yazıları... Eleştirinin kapı dışarı edilmesi...
Bunun yanında “biat” mekanizması da hız kesmeden devam etti. Biatın kapalı ortamında yer bulamayan sanal dünyada paylaşılırken bunların beklenen ivmeyi ya da heyecanı da yaratamadıklarına tanık oluyoruz. Örneğin son bir iki yılın internetteki paylaşım ortamı Twitter'dı. Özellikle İran'da Haziran 2009 seçimlerinden sonra yaşananların dünya ile paylaşılmasında önemli bir araç haline geldiğine tanık olduk. ABD hükümetinin Twitter'e süreç bitene kadar paylaşım ortamının bakımının ertelenmesinin talep edildiğini okuduk. Öte yandan ABD'nin kendi muhaliflerine karşı Twitter'da yaptıkları haberleşmeyi suç unsuru olarak kullandığını da. Oysa işin “haberleşme, iletişim” boyutunun dışında kalan bir yanı var ki yukarıda değindim “saltık bireyin” giderek kendini daha da kapattığını görüyoruz. Yani sürekli olarak bu ortamlarda “kendini” paylaşan ancak başka paylaşımlara kapalı bireyler. Yüzlerce, binlerce izleyicisi olanların kimseyi izlemediğini, izlemeye değer bulmadığını insanlara “gösterdiği” ortamlar oluştu. Ortalarda “Ben ben ben” deyip dolaşanlar buraya da “kendilerini” taşımaktan öteye bir şey yapmadı. Oysa her türlü sanat, özellikle modern sanat ne kadar “çağrışımlara” açık, ne kadar “kendi içinden” yapılırsa yapılsın, tamamlanmak için çok net “toplumsal göstergelere, gönderimlere, alımlamalara” gereksinim duyar.
Anımsanacağı gibi Hrant Dink'in katlinden ve Van'da küçücük bir çocuğun polis tarafından dipçiklenerek hastanelik edilmesinden sonra şairlerin birer dizeleriyle katıldığı “ortak” tepkiler verilmeye çalışıldı. Bu tepkinin örgütlendiği platform yine teknolojik ortamlardı. Burada da şairlerin, yaşanan süreçte “ben neden yokum” tartışmalarına tanık olduk. Kıstırılmış ve her yönüyle “itibar” kaybına uğramış şairin kendini “göstermek” için her türlü araca sarılabildiğini, bunda bir sınır tanımadığını söyleyebiliriz artık. Başlı başına kendilerinin yazdıkları şiirden neden kaçındıkları sorusuna yanıt burada yatmaktadır. Çünkü hiçbir şekilde “kendi tepkilerinin” bir itibar taşımayacağından eminler. Peki öyle mi gerçekten? Sanatçı sözünü günümüz toplumuna söylerken tarihe söylemiş olacağının da bilincinde olmaktan bu kadar uzakta mı artık?
Burada bir şair/sanatçı karakterinin ortaya çıkmaya başladığını ya da yaşanan önemli bir yarılmanın kaçınılmaz olarak şiir/sanat dünyasına yansımasının görüldüğünü söylemek olanaklıdır. Birincisi girişte kısaca sözünü ettiğimiz “kendini bugün içinde temellendirmek için tarih” okumasını yapan karakterin edebiyatta da gözükmesi yanında, “totaliter merkez/elit-özgürlükçü birey” gibi bir çelişkinin bu “tarih okumasını” yapanlarca ileri sürülüyor olması. “Liberal gerici ittifak tarihi, merkez-çevre ilişkisi içerisinde anlamlandırmaya çalışırken, solu da Kemalizmle ilişkilendirerek merkezin parçası haline getirmeye çalışıyor.” (Önder İşleyen, Birgün gazetesi, Liberal Kişilik Nedir? 29 Kasım 2009) Bunun yanında “Liberaller (...) Tam da bu nedenle yaşama karın doyurma, barınma, çocuğunu okula gönderebilme mücadelesi veren kitlelerin meselelerini değil, kimlikler ve özgürlükler gibi meseleleri önemsiyorlar. Bir diğer deyişle sosyal adalete kafa yormadan özgürlüklerin elde edilebileceğini düşünüyorlar. Türkiye'de yakın gelecek için sermaye ve ABD uyumlu bir düşünsel iklime toplumsal durum üretilmek isteniyor. Bu düşünsel iklimin oluşması için muhafazakar kitleler ve liberal seçkinler gerekli. Bu toplumsal karşılığı, sosyal adaletin konuşulması ve muhalefetin yok olması. Yani muhafazakar kitleler+liberal seçkinler= statüko.” (Serdar M. Değirmencioğlu, a.g.y) Şimdinin şairi de (Asla bugünün değil.) alabildiğine kapalı egosuyla bu biçimlendirmeye katılarak karakterini çizmiştir. “Benim dizem niye yok” tartışmasından, ödül kavgasına yaşananların hepsi yaşanan “sınıf” mücadelesinin bir sonucudur ve yazıktır ki Türk şairi bu yarılmadan alnının akıyla çıkamayacaktır. Son süreçte şimdinin sanatçısının “açılım” adı altında siyasi iktidarın tıkanan soluğunu, onun kendisine verdiği toplum karşısında imaj düzeltme görevini nasıl büyük bir iştahla üstlenmiş olduğunu anımsamak bile yeter. Sanatın muhalif konumunun yerle bir olmasından, sanatçının her türlü iktidarla arasına mesafe koymasından geçtik, bu tamamen ahlaki bir durum almaya başlamıştır. Devlet katlarında, cumhurbaşkanları uçaklarında şairler gezer olmuştur artık.
Bütün bunlar göz önüne alındığında her biçimden gelişmiş teknoloji insanlara ne kadar çok “paylaşım” vaat etse de “şimdinin saltık bireyi” sadece kendini paylaşmakla yetinmiş gözüküyor. İşte bu yüzden Tanpınar'ın Divan edebiyatı için yaptığı saptamanın bugünün şiiri için de söylenebileceği vargısına ulaşmak mümkündür? Bütün bu çelişkiyle baş edemeyeceğini düşünen günümüz şairi “hazır hayallerin”, verili olanın güvenli sularında kalmayı seçmiştir. Peki bu mudur şiirin/şairin/sanatçının yapacağı? Alabildiğine sorgulama, iktidarlar karşısında (gerek siyasi gerek entelektüel iktidarlar) aldığı başı dik tavır nerede? Biatı, ait olmayı, kendini ve sanatını iktidarın kendisini aklama aracına dönüştürmeyi unutmuş gözükmektedir ya da koşullar uygun olduğunda, devran değiştiğinde hiç şüphe yok ki işine geldiği zaman bunları tekrar anımsamakta da bir sakınca görmeyecektir.
Sanılan aksine özgürlük vaat edilen bütün alanlar “saltık bireyi” ve uyumlu temsilcileriyle daha karanlık günlerin habercisi durumundadırlar. Bütün bunlara rağmen umutsuz olma hakkımız var mı? Bunun yanıtını elbette bütün bu çizdiğimiz tablonun dışında ve karşısında kalmış, yaşananlara bir dipnot gibi şiirlerini, yazılarını, kitaplarını düşenler verecek.
Nihat Ateş
Editör Notu: Osman Çutsay'ın başlattığı "Haziran Günleri'nden Sonra "Edebi" İklim Kırılır mı?" :
http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1193
tartışmasına ben de "Sosyalist Sanatı Kim Sever?" diyerek katılmıştım:
http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1198
Yayın kurulumuzdan Nihat Ateş dostumuz bu tartışma bağlamında eski bir yazısını yolladı, konuyla uyumluluk gösterdiği için biz de yayımladık. Kaan Arslanoğlu