Evrimci Açıdan Din ve Siyaset (4-Son)
Beynimiz bizi her zaman doğru olduğumuza nasıl inandırır?
Bu bölümde her türlü inancın ve dinsel inancın bazı bilişsel doğrulama yollarına kısa kısa değineceğiz, sonrasında din ve siyaset konusundaki son sözlerimizi söyleyeceğiz.
Bütün bilişsel eğilimlerin anası “doğrulama eğilimi”dir. Her insan özellikle kendi inancını, kendi siyasal görüşünü doğrulayacak bulgular, kanıtlar, bilgiler edinir. Önümüze görüşlerimizi doğrulayan bilgiler geldiği gibi, onları yanlışlayan bilgiler, bulgular da gelir. Ama biz doğrulayanları seçeriz. Başka deyişle neye bakarsak, ne ararsak onu buluruz. Nedense kendimizi doğrulayan bilgilere kolayca ulaşırız! Bizi yanlış çıkaran bilgileri ya hiç aramayız ya da görmezden geliriz. Neden? Görüşlerimizi, inançlarımızı destekleyen bilgiler, yaşam ve insanlık için olumsuz bilgiler bile olsalar bizi mutlu ederler çünkü. Bu bilgileri teyit edip rahatlarız ve o sırada muhtemelen dopamin salgılanır beynimizde. (1)
Sonradan bakış eğilimi: Geçmişteki olayları şimdiki bilgi ve görüşlerimize uygun olarak tekrar gözden geçirir, yeniden yorumlarız. Bu yorum ve gözden geçiriş, büyük olasılıkla şimdiki konumumuz doğrultusunda yanlı ve çarpıtılmıştır.
Kendini haklı gösterme eğilimi: Sonradan bakış eğiliminde olduğu gibi, bir olaydan sonra bir davranışımızı haklı veya kaçınılmaz bulacak yönde yanlı bir yorumlamaya gideriz. Niye? Çünkü bu bizi rahatlatır, aksi bizi gerilime sokar (Kendini suçlama eğilimindeki insanların, depresif hastaların yaptığı gibi).
Yakıştırma eğilimi: Herhangi bir sonucu, durumu, ilgili veya ilgisiz bir duruma bağlama. Örneğin sevmediğimiz bir insanın başarısını “şansa” bağlarız. Ya da tersi, başarılı bir kişinin başarısını belki öyle olmadığı halde sıkı çalışmaya bağlamak gibi. Kendi başarılarımızı doğal olarak şansa değil, yetenek ve çalışkanlığımıza bağlarız. Bir şeye inanıyorsak, yolunda giden işlerimizi bu inanca bağladığımız gibi.
Bağlı Bedel eğilimi: Şu ana dek baktıklarımızdan belki en önemlisi budur. Upton Sinclair şöyle demiş: “İşi, bir şeyi anlamamaya bağlı olan bir adamın o şeyi anlamasını sağlamak zordur.”
Düşünün, bir insan yıllarını tıp doktorluğunun bir uygulamasına vermiş, siz ona o yöntemin artık bilimsel olarak geçerli olmadığını söylüyorsunuz… Kişi gerçek bir bilim kafasına ve fikirsel devrimci karaktere sahip değilse -ki bu durumlar pek ender görülür- bin dereden su getirecek, sizin çok net kanıtlarınızı bile anlamazdan gelecektir. Yıllar yılı bir felsefi doktrine inanmış, emek vermiş ve hatta bu uğurda birçok şey kaybetmiş insan kolay kolay ondan vazgeçebilir mi? Buradaki dinamik, bedel kazanmak değil, kaybetmekle ilgili bir şeydir. Başarısız ilişkilere, iyi gitmeyen işlere, zarar getiren ortaklıklara sıkı sıkı sarılmamızın nedeni de budur.
Dinsel, siyasal, askeri ve benzeri topluluklar, üyelerinden ağır işler, fedakarlıklar talep eder, onları kasten eziyete sokarlar. Bunları bir süre yerine getiren kişi o ortamdan bir daha zor kopar, çünkü yaptığı manevi-maddi yatırımın boşa gitmesi benliğine zor gelecektir. On yıllarını bir dinsel inanca vermiş bir insan onu kolay gözden çıkarabilir mi? Tam tersini düşünün; on yıllarını dinsel inanç şöyle kötüdür, böyle zararlıdır diye propaganda yaparak geçiren biri, dinselliğin bazılarına ruhsal bir fayda sağladığını kabul edebilir mi?
Statüko eğilimi: Bir inanç ve görüş doğrultusunda bir yer edinmişsek, yeni bir inanç ve görüşle aynısını elde edemeyebiliriz, bu risklidir ve o riski çoğu kişi göze alamaz.
Sahiplenme etkisi: Sahip olduğumuz bir şeye sahip olmadığımız ve sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmediğimiz bir şeyden daha çok değer veririz birçok durumda. Bir inancımız varsa ona değer veririz, inançsızlık ise elimizde olmayan, bize uzak ve değersiz bir şeydir.
Adil dünya eğilimi (Kurbanı suçlama): Talihsiz bir olayın mağdurunun muhakkak buna sebep olacak bir şeyler yaptığını düşünmek, dünyanın düzeninin pek de kötü olmadığı konusunda bizi rahatlatır.
Bizden olmayan eğilimi: İçerden gelmeyen bir bilginin veya inancın değerini yok sayma.
Hale etkisi: Bir kişinin, topluluğun veya inancın, tek bir olumlu özelliğini diğer özellikleri de kapsayacak şekilde genelleştirme. Örneğin dindarların bedenen ortalamadan daha temiz olduklarını düşünüyorsak, ruhen de böyle olduklarını varsayarız.
Eğilim kör noktası: Başkalarındaki bilişsel eğilimlerin, kanıtlanmamış inançların gücünü görebilirken kendininkileri görememek…
Bir bu kadar daha inanca götüren bilişsel eğilim var. Bazılarından önceki bölümlerde söz ettik, çoğunluğa uyma eğilimi gibi… Fazlasını okumak isteyenler kaynak kitaba bakabilirler. (1)
Türkiye’de İslam ve sosyalizm ilişkisini kurmanın zorlukları
Bu zorluğu bilmiyor ya da ortadaki tarihi ve güncel gerçekleri yadsıyor değiliz. Fikirlerimizi ortaya attığımızda, itiraz ve önerilerimizi sıraladığımızda daha dün Fransa’dan gelmişiz gibi bu ülkedeki din gerçeği sıralanmaya başlanıyor yüzümüze. Oysa biz bu hamamın içindeyiz. Hatta zaman zaman gaddar tellak kemiklerimizi kırarcasına inletiyor. En isyan ettiricisi de ne biliyor musunuz? Hamama gerçekte hiç girmemiş insanların, kapıdan şöyle bir göz atıp, “Ne cehennemi bir yer kuzum böyle, bunun bir faydası olduğunu kim düşünebilir!” diye çığlık atmaları, bize dahi iğrenerek bakıp kaçmaları.
Hamamın içindeyiz, çünkü karakterimiz gereği ülkenin, halkın orta yerinden kopamıyoruz. Hamamın içindeyiz, çünkü karakterimiz gereği hamamdaki iyi insanları seviyoruz, iyi veya kötü, o insanlara karşı sorumluluk duygusuyla konum belirliyoruz. Sıcaklık biraz düşürülse, ortalık daha bir temizlense, sadist tellak ve yardakçıları hizaya sokulsa, bu hamamın aslında onlara iyi bile geleceğini düşünüyoruz. Yoksa hamam sıkıntısına bayılmıyoruz. Biz insanların inançlarına takılma evresini yirmili yaşlara gelmeden aştık. Komünist ve ateist kimliğimizle bazen kabak gibi ortada durduk, bazen girdik insanların ortasında olduk.
Türkiye’de siyasi gericilikleri ve faşistlikleri için dinsel inançları kullananlarla baş etmek çok zordur. Burası Latin Amerika ve Avrupa değil, oradaki Hıristiyanlık gibi laikliğe yakın değil buradaki dinsel eğilimler. Burası Uzak Doğu veya Çin’e de benzemez. Kabul. Ne ki, burası Arabistan, Afganistan, Pakistan da değildir kaç yüzyıldan beri. Latin Amerikalının dinci gericilikle baş etme zorluğu 10 üstünden 3-4 ise, burada 6-7. Ama 9-10 da değil müsaadenizle.
Kemal Atatürk’ün dine karşı tutumu genel olarak doğruydu. Önce laikliği oturttu, sonra İslam’ı devletin denetimine aldı. Diyanetin kurulması, ilahiyat fakültelerinin açılması, sonra da imam hatipler… Laikliği baltalayan girişimler olarak eleştiriliyor kimi solcu-sosyalistlerce. Bunların hepsi zorunlu ve akılcıydı bence. Dinin yönetimi tarikatlara, şeyhlere emanet edilemezdi. Ne ki burada bir eksik bırakıldı, bir önemli hata yapıldı. Eksik şuydu, dinci gericiliğin sınıfsal temeliyle, feodalizmle mücadele temelden yapılmadı. Bir büyük hata da şuydu ki, Aleviliğin ağırlık ve önemi küçümsendi, bu mezhep devlet ve toplumdan dışlandı. Atatürk’ü bir Tanrı gibi kusursuz görenler bu eleştiriye karşı çıkacaklardır elbette. En büyük kanıtları Alevilerin çok büyük bölümünün Atatürk’ü sevmesi, CHP’yi desteklemesidir. Aleviler başka ne yapacaklardı? Seçenekleri mi vardı? Yüz yıllarca Osmanlı-Sünni istibdadından sadece katliam gören bu topluluk, Mustafa Kemal’i bırakacaktı da eski katliamcılarının torunlarına mı sığınacaktı? Nitekim o torunlar Atatürk sağken bile işlerine devam ettiler, öldürmeye devam ettiler.
İşte bizim ülkemizin dinselliğinin en büyük gerçeği Sünni - Alevi yarılmasıdır. Alevilerin büyük çoğunluğu CHP ve sol akımlara destek verirken, Sünnilerin büyük çoğunluğu sağcı gerici partileri destekler. Türkiye sosyalist solunun ve yakın tarih CHP’sinin Sünnilere açılamamasının en büyük nedenlerinden biri zaten bu. Sünniler arasında solu yaygınlaştırmak güç. Ama bir de Aleviler nedeniyle güç. Yüzyıllarca baskı ve zulüm görmüş Alevi toplumunun içine işlemiş öteki tarafa karşı güvensizlik. Solda önemli bir toplam oluşturan Aleviler solun dinselliğe sıcak yaklaşımlarına soğuk bakıyor. Sünnilerden sola bir fayda gelmeyeceğini devamlı telkin ediyor. Elbette sol sekterliğin tek nedeni bu değil. Ötekilere de bakacağız.
Öteki büyük neden solcuların, sosyalistlerin Aleviler içimde hazır taban bulması. Bu, onlarda halkın diğer kesimlerine açılma konusunda bir kolaycılık, tembellik yarattı. Bizde ne yazık ki birkaç bin taraftarı cebine koyan sosyalist örgüt elindekini yeterli görmeye başlar, daha fazlası için risk almaktan kaçınır. Bir dost, yorumunda belirtmişti burada, bir partinin merkez yöneticilerini profesyonel hale getirecek kadar üye sayısına ulaşıldı mı yeterlidir o sayı. İki katına çıkıldığında zaten örgüt bölünür.
Belli doğrular, Platonu haklı çıkarırcasına, bilimsel bakımdan araştırılmadan da bazı insanların kafasında içkindir. Atatürk iyi okurmuş, ama o zamanki bilimin düzeyi ne olacak, yine de bir şeyi yönetim bilgeliğiyle görmüş. Doğallığı yok edemezsin, onu ancak yönlendirebilirsin. Dinsellik koca bir doğal nehirdir. Bunu iptal edelim, yok edelim diye önüne atlarsan boğulur gidersin, onu ıslah etmektir senin görevin.
Şu soruyu defalarca sordum, ama isimsiz birkaç yorum dışında hiçbir yetkiliden tek bir kayda değer yanıt alamadım. Müslüman ülkelerde kendi dinamiğiyle gelişmiş sosyalist devrim yok. Neden? Buna karşı neyi değiştirmeyi düşünüyorsunuz? Çıt yok!
Taylan Kara’nın sözüyle bizdeki solda “Şahsız satranç oynayanlar” çoğunluk. Mat etme niyetleri yok ki, mat olsunlar! Devrimin kaderiyle ilgili bu derece yaşamsal bir soruya şahsız satranç oynayanlar cevap aramazlar.
Bir tek Arnavutluk var istisna, işgalden kurtuluş sırasında başka alternatif bulunmadığından komünistler başa gelmiş. Milliyetçiliğin ağır bastığı kendine göre bir Müslümanlık anlayışına sahip küçücük ve pek de önemsenmeyen bir ülke… Başka? Ekim devriminden sonra çevre Müslüman halklara devrimin yayılması harekatı var. Çok önemli bir iş. Bundan büyük dersler çıkarılabilir. Müslüman Halklar Kurultayı, Bolşeviklerin Müslüman İşleri Merkez Komitesi, Müslüman Kızıl Ordu… Bunlara katılanları çoğu ateistti diyeceklerdir hemen. Hepsi mi? Üstelik şu isimlere bakın: Hepsinin önünde bir “Müslüman”. Bizde esprisini yapsanız laikçi sosyalistlerimiz çullanırlar üstünüze.
Sultan Galiyev tecrübesi… Epi topu bir iki kalıp lafla geçiştiriliyor, unutturuluyor. Galiyev Turancı olmuş! Ba ba ba ba! Doğuştan Turancı mı dünyaya gelmiş, hani genetik kakaydı! Devrimi yaparken de mi Turancı idi? Devrimi yayarken iyiydi, beton kafalara itiraz edince Turancı oldu! Evet, sonunda Turancı oldu, niye oldu, Stalin’in emrine giren sözde sosyalist mekanizma insanlara koyun gibi itaat veya isyandan başka seçenek bırakmadı da ondan. Bu konuda bir kitap (16) ve aşağıda ilgilisi için bir yazım:
http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1311
Sovyetler Birliği yöneticileri kendi ülkelerinde olduğu gibi kendi ülkeleri dışında da devrime son derece yabancılaşmış bir soğuk kafayla, hayli profesyonelce bakmaya başladılar giderek. Bu "profesyonellik" özellikle dış politikaya vahim yansıdı. Yine de o beğenmediğimiz birçok Arap ülkesinde, Libya’da vb… askeri burjuva demokratik devrimler yapıldı. Hani şu AKP’lilerin BAAS kafası diye küçümsediği şeyler. Her devrim gibi bunlar başlangıçta basbayağı ilericiydi. Askeri totaliter yönlerine karşın adlandırmadaki “demokratik” sanını hak ediyorlardı hakikaten, çünkü öncesinde kukla krallıklar dışında bir şey yoktu. Ve bu rejimler sosyalist söylem ve uygulamalar yanında dinsel söylemi de kullandılar. Laikliği getirdiler, ama bir yandan dindar görünümdeydiler. Yeşil Sosyalizm iddialarına kadar vardılar hatta… Sovyetler Birliği dine karşı bu yaklaşımı açıktan eleştirmedi, açıktan destekledi.
Türkiye’deki sol çevreler Marksizm-Leninizm’den olduğu kadar Sovyetler Birliği’nden de büyük ölçüde etkilendiler. Bir bölümü onu eleştirerek etkilendi, bir bölümü onun yönlendirmesi altında etkilendi, bir bölümü onunla kavga ederek etkilendi. Ama Sovyet ve Marksizm etkenleri Türkiye sosyalistlerinin dine karşı dışlayıcı tutumunda büyük rol oynadı.
Çünkü Sovyetler Birliği kendi ülkesinde dine karşı sürekli mücadele veriyordu, M-L ideoloji sekterliği emretmese de bu tavrı destekliyordu ve Sovyetler Birliği ülke dışında desteklediği sol akımlar hangi eğilimdeyse o eğilime uygun şerbet veriyordu. Sovyetler Arap ülkelerindeki asker sivil bürokrasinin dinselliği dışlamayan tutumunu desteklerken Türkiye’de aynı tutumu benimsemedi. Türkiye’de ordunun daha sıkı Amerikancı denetim altında olduğunu biliyor, Arap ülkelerine göre hayli gelişmiş işçi sınıfına daha fazla güveniyordu, ordu-darbe seçeneğini tümüyle boşlamadan. Türkiye sosyalist aydınları da dinciliği kendilerine ciddi rakip görmüyorlardı, onu kolayca bertaraf edebileceklerini düşünüyorlardı.
68 kitleselliği sırasında dinci gericilikle çatışmalar yaşandı. Ama başrolü daha az dinci, çok milliyetçi ülkücüler kapınca çatışma milliyetçilik-sosyalistlik kavgasına döndü, dinselliğe yaklaşım birkaç teorik çalışma dışında gündemden çıktı.
70 sonrası daha büyük bir kitleselliğe ulaştı sosyalist sol. Türkiye’de Sovyet yanlısı sosyalist-sol kesimler şehirliydi, aydın, işçi ve öğrenci ağırlıklıydı. Bu unsurların çoğu hazır solcuydu, dinle bağlarını tümüyle veya kısmen koparmış kesimler. Mevcut çalışma tarzı ve taktikler, darbe öncesinde sıkıyönetim iyice sıkılaşana dek tıkır tıkır yürüdü, o yüzden dine yaklaşım konusunda ciddi bir problem yine çıkmadı. (Bir kanadın ayrılıp Aleviliği asıl çalışma alanı saptaması dışında.)
Olay tamamen hangi kesimlere açıldığınız, kimleri örgütlediğinizle ilgili bir durumdur. Darbe öncesi görece kitleselleşmeyi başaran beş-altı sosyalist hareket (kısmen Dev-Yol haricinde) şehirli solcu ve Alevi köylü tabana oturuyordu. Sağcı Sünni Gericiler- Solcu Sosyalist Örgütler çatışması ekseni verili olarak kabul edilmek zorunda kaldı. Solcu-sosyalist örgütler Alevilikten ve kısmen Kürtlükten büyük güç alıyordu. İçlerinde çok sayıda Sünni kökenli de vardı elbette, ama dinden tamamen veya kısmen uzaklaşmış unsurlar. Alevilerin topluca katledilmesi 70’ li yıllar Cumhuriyeti’nde bile devam etti. (Dev-Yol'u hariç tuttuk, çünkü onlar Sünni çoğunluğun bulunduğu kimi küçük yerleşimlerde de kitleselleşmeyi başardı.)
Sonrasında da dinciliği yedek güç almış, onu sonuna dek kullanan Amerikancı Kemalist 12 Eylül rejimi. Bu asker-dinci ittifakı, kısmen Amerikan “Yeşil Kuşak” projesinin devamıydı, kısmen ülkücülerle o birkaç yıllık anlaşmazlığın gereği. Bunca tahribattan sonra hala solu ve onun dinselliğe yaklaşımını eleştirmek haksızlık gibi görünüyor, ama işimiz bir şeyleri değiştirmeye çalışmaksa yarayı deşmek zorundayız.
Sol bu verili ekseni reddetmeliydi, senaryoyu baştan yırtmalıydı, dekorları tümden kırmalıydı... Çok zor tabii. Ama devrimler böyle oluyor. Şimdi hala verili ortama uyum sağlamaya çalışıyor, elimize kimin verdiği belli olmayan (komplo teorisi anlamında değil, geçmiş sosyalist kuşakların ürettiği sararmış solmuş eski metinleri kast ediyoruz) senaryoya uygun davranmaya çalışıyoruz. Sosyalistlerin elindeki bu senaryo üçüncü sınıf yazarlar elinden çıkma yavan bir senaryodur: “Din kötüdür.. Solculuk iyidir.. Eee! Solculuk dini siyasetten çıkararak olur… Kim sana gelirse onu örgütle, elinde ne varsa onunla mücadele et.. Başka soru sorma, başka kitap karıştırma, muhasebe yapma, aklını çalıştırma…”
Oysa. Kitleselleşmeyi ileri götüren bir örgüt istense de istenmese de dindar insanları içinde bulur. Sonra söylem değişmeye, yaklaşım değişmeye başlar. Korkulan camiler, sinir bozan imam hatipler sizin mekanlarınız olmaya başlar. Buna az buçuk ufaktan bir tek Dev-Yol yaklaşabilmişti geçmişte, bir de 70 öncesi TİP… Bu hızlı özette yanlışım varsa söyleyin, eksiğim varsa tamamlayın lütfen.
Sovyetler Birliği ve Latin Amerika’da din
Sovyetler Birliği’nin Stalin yönetiminde dine karşı sert bir kampanya yürüttüğünü en başta belirtmiştik. Binlerce rahip öldürüldü, 54 bin olan kilise sayısı 1941'de 500'e inmişti. Fakat çok manidardır ki Hitler’le savaş yıllarında bu politikadan vazgeçildi. Sovyetler Birliği tıpkı ağır stres altındaki bazı ateistlerde görüldüğü gibi, savaş zamanında dinden ve Rus milliyetçiliğinden medet aradı. Kapanan birçok kilise yeniden açıldı, Moskova radyosu “Din Saati” yayını yapmaya başladı, Stalin 1943 de Patrik’le bir araya geldi… Sovyetler'in yetiştirdiği en büyük genetikçi, çalışmaları dünyaca izlenen Nikolai Vavilov da aynı yıl içinde Stalin'in beton kafa adamlarınca eziyet edilerek öldürüldü. Sadece bilimsel düşüncelerinde ısrar ettiği için. Acı bir ironidir. Kruşçef başa gelmeden önce kilise sayısı 22 bine çıkmıştı. Stalin savaş sırasındaki müttefiklerine savaş bitince ihanet etmemişti!
Kruşçev başa geçince dine karşı daha da yumuşama gelecek beklentisi oluştu, ama tam tersi yaşandı. Ateizm kampanyası hızını yeniden artırdı, sertleşti. Yeniden çok sayıda kilise kapatıldı. Sovyetler kurulduğu günden yıkılana dek 1941-53 arası kesintisiyle dine karşı savaştı.
1990’lar başındaki bir araştırma Sovyet nüfusunun yüzde 60’nun ateist olduğunu gösteriyordu. İleriki yıllarda devletten bu konuda bir resmi bilgi gelmedi ama, birtakım anket çalışmaları oranı yüzde 48 ila 16 arasında gösteriyordu ve ateist sayısı her geçen yıl belirgin biçimde düşüyordu. En son araştırmaya göre bu oran yüzde 7’ye inmişti. Kaynak: Wikipedia (17)
Latin Amerika solunun ve sosyalist örgütlerinin dine yaklaşımı görece çok daha ılımlıdır. Birçok sol-devrimci örgüt faşist ve iktidar yanlısı olmayan kilise mensuplarıyla ve dindar halkla sıcak ilişkiler kurmuştur, kurmaktadır. Tabii buradan “dindarlar, sosyalistler sarmaş dolaş” gibi bir hayali izlenim doğmasın. Ama bizde çok doğal kabul edilen dini dışlayan tabuların çoğu orada kökleşmedi. Latin Amerika solunun dinle, kiliseyle ve dindarlarla ilişkisi iyi incelenmeli. Özgürlük (Kurtuluş) Teolojisi akımı ve geçmişten, günümüzden benzerleri…
Küba’nın tutumuna ne der bizim keskin din karşıtı solcularımız?
Küba’nın tavrı ise daha ilginçtir. Sovyet hakimiyeti yıllarında Küba’da da dine karşı sert denilebilecek bir kampanya sürüyordu. Bu sertliğin derecesi elbette Sovyetlerdeki kadar değildi. Fakat 1992’den sonra, Sovyet emirlerinden kurtulmakla anayasa değişikliğine gidildi. Bu tarihten sonra Komünist Parti’ye dindar kişiler de alınmaya başladı, devlet kendini ateist değil, laik olarak tanımlamaya başladı. Bugün Küba’da halkın yüzde 59’u Katolik, yüzde 23’ü dinle bağlantısız, yüzde 17’si yerel halk dinlerine mensup… Kaynak: Wikipedia -Küba hakkındaki Vikipedi sayfasında din bölümü Türkçeye çevrilmemiş J - (18)
Küba’nın 1992’den sonraki tavrı (Sovyet güdümünden kurtulduktan sonraki bir bütün olarak tutumu) örnek alınması gereken esaslı bir model oluşturuyor. Bu tarz, insani sosyalizme (elbette eleştirilecek çok yan bulunur) hayli yakın bir modeldir.
Gelelim belli başlı itirazlara, sorulara
Bizim sosyalistlerimiz, komünistlerimiz arasındaki yaygın inanç açık açık ifade edilebiliyor: "Sosyalizm ancak dinle mücadele edilirse zafer kazanabilir." "Sosyalizm ancak sigarayla savaşarak kurulabilir" dense en az bu kadar ilgisiz bir sav olurdu, ama bu denli zararlı olmazdı. Bugüne dek gerçekleştirilen hiçbir devrimde böyle bir cephe yoktur. Devrim sonrası bazı ülkelerde yürütülen sert ateizm kampanyaları ise başarısızlık getirmiştir, bu artık açık. Bizde yaygın olan dine karşı sekter görüşün üç kaynağını özetlersek, 1- Sovyetler Birliği'nin fazlasıyla etkisinde kalmak, 2- Alevi-Sünni gerginliği çemberini aşamamak, 3- Halktan kopuk aydın solculuğudur. Üçüncü maddeye kimi keskin Kemalistler, sekter ulusalcılar da dahil oldu, katkı koydu, koymakta.
Problemin ana halkası sosyalistlerin "normal" vatandaşla bir araya gelebilecek koşulları yaratamamasında. Biz kendi hayatımızdan birçok örnekten görüyoruz ki, bu birlikteliği sağlamaya başladığınız anda birlikte iş yaptığınız kişilerin dindarlığı, dinsel referansları, türbanı, hatta AKP’liliği "büyük sorun" olmaktan çıkıyor. Elbette yine bunlar sorun olarak kalıyorlar, ancak kolektifi bozmuyorlar. Biz bu insanlarla siyaset de konuşabiliyoruz, hatta AKP’yi de konuşabiliyoruz. Halkla temas zeminleriniz yoksa uzaktan atıp tutarsınız, ama kendi insanlarınıza sesinizi duyuramazsınız. O insanların çoğu aslında sizin insanlarınızdır, kazanabileceğiniz insanlardır.
Sıradan insanları, halkı kazanmaya başladığınızda dindarları da kazanmaya başlarsınız. Bunlar içinizde ve çevrenizde kendi dindarlıklarını savunabilirler. Bundan korkmayınız. Sizi "olumsuz" etkileyebildiklerinden çok daha fazla, çevrelerindeki sıradan insanları "olumlu" etkileyeceklerdir. Hatta sosyalist partilerin dinsel kanat örgütlenmelerine gitmesi de bir fikirdir, önermiştim.
Bu konuda yapılan itirazlardan biri, CHP'nin de böyle davranmaya çalıştığı, ama bir şey elde edemediği... Yanlış. CHP az çok bir şeyler elde etti, ediyor. Ayrıca CHP içinde de bu doğrultuda itirazlar, engellemeler, küçümsemeler ciddi boyutta. Bunları çoğun keskin ulusalcılar kışkırtıyor. Tepki duyanları kendi saflarına kazanmak için olgu tümüyle karşı devrimci bir süreçmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor, abartılıyor. Bunu Y-CHP’nin Cemaatle işbirliğinin, Amerikancılığının kanıtı olarak gösterenler az değil. Hem dar kafalı, hem siyasi fırsatçı değerlendirmelerdir bana göre. Kaldı ki çarşaf açılımı Y-CHP ‘den önce Baykal zamanında başlamıştı. Son bir nokta: Bunu yapmaya çalışan CHP yoksuldan yana tutumu ağır basan bir parti değildir, zengin partisidir. Yoksullardan yana tutumu siyasetenin merkezine alan bir sosyalist partinin yoksulları kazanmak için, sıradan gelirliyi kazanmak için dinselliğe yapıcı yaklaşımı, uluslar arası pek çok örnekte görüldüğü gibi dengeleri değiştirebilir.
Yineliyoruz: Dindarlarla birleşme laiklik için mücadele temelinde olmalı. Niye laiklik üstünde bu kadar duruyoruz? Çünkü siyaseti, toplumu, devleti din ilkelerine göre yönetme, kaçınılmaz biçimde bir dinin ve içindeki bir mezhebin, hatta o mezhep içindeki bir cemaatin yönetimi anlamına gelir ki, böyle yönetimler kendilerinden olmayanı dinsizlikle suçlamaya, onları baskı altına almaya başlarlar. Din devletlerinde barış, kardeşlik, huzur ve adalet mümkün değildir. Adalet bir grubun adaletidir. Ve böyle olduğu gibi laiklik din özgürlüğünün de tek garantisidir.
Dinle barışmayı savunduğunuzda örgütlü ve bazen tek tek abartılı tepkiler alıyorsunuz. Bu yaklaşım önerisi, en düz mantıkla (evrimce seçilmiştir, kaderimizdir) dinci iktidarla barışma, onu aklama, onunla ilişkileri yumuşatma gibi algılanıyor. Başka bazılarının niyeti budur, böyle olmuştur, olabilir. Ama biz bunu AKP ve bundan sonraki tüm sağ iktidarların elinden halkı kurtarmanın koşullarından biri olarak öneriyoruz. Aksi yönde davranıldığında solun başarısızlığını büyük ölçüde garantileyecek çıkmazdır dine kaba yaklaşım, sağın kadim oyunudur bu, solun genellikle geldiği. Anti-Kapitalist Müslümanlar’a ve benzeri eğilimlere neden bu kadar dışlayıcı tavır alındığını akılla açıklamaya pek imkan yok. Hani başka alanlarda da uzlaşmaz, "doğrucu" ve liberalizm düşmanı olsa bizim sosyalistler, canımız yanmaz. Oraya az sonra geleceğiz. O tür muhalif dinci gruplar sizin istediğiniz rejimin belki sağlam müttefikleri olmazlar. Ama iktidara karşı etkileri birçok sol grubunkinden fazladır, eksik değil.
Örgütlü İslami muhalif gruplara yaklaşmayın hadi, sıradan dindar insana da mı uzak duracaksınız? Hadi sıradan dindara da uzak durdunuz, bu kişiler solcu veya sola eğilimliyseler de mi uzak duracaksınız? Din konusunu ne zaman açsak, "aman o konuya girme" diyor bazıları. Ama dini, dindarları aşağılamak her günkü söylemleri, konuşmaları ve yazıları olduğu için kışkırtma bizzat kendilerinden kaynaklanıyor. Büyük bir şehvetle dinin kötülüklerini, dindarların fenalıklarını saymaya başlıyorlar. IŞİD'den giriyor, din savaşlarına bir çırpıda uğruyor, bazı din şeyhlerin yaptığı ahlaksızlıkları örneklendirmekten çıkıyorlar. Bunları biz bilmiyormuşuz gibi! Herkesin bildiği gerçekleri on bininci kez kendi aramızda yinelemekten alkış ve puan kazanacaklarını düşünüyorlar. Bu düşünsel takozluktan kaynaklı değilse, tribüne oynamak, örgütlü sol güçlerin çoğunluğuna yaranmaya çalışmak anlamına gelir, hoş bir tutum sayılamaz. Oysa dindar, en azından Allah'a ve peygamberine inanan insan çok uzaklarında değil. Solcular arasında da var bolca bunlardan, meslek odanda var, sendikanda var. Dedik ya, Gezi Hareketi'nde var, işçi direnişinde var onlardan, HES eylemlerinde var, hatta çoğunluklar. CHP'lilerin çoğu inanan insanlardır ve birçok direnişte onlarla berabersiniz. AKP'ye oy verenlerin içinde kazanmamız gereken çok insan var. İşçi sınıfının büyük çoğunluğu sağa bırakılamaz. Sosyalist sol ne yapıyor. Dinde iyi olan, eşitlikçi olan, sola yakın olan ne varsa büyük bir iştahla gericiliğe bırakıyor. Latin Amerika'nın birçok sosyalisti "Devrimci İsa" figürünü öne çıkarıyor, ama "Devrimci Muhammed" den bahsetmek bizde sadece alaycı gülümsemelere yol açıyor.
Dindarlıkla barışma önerileri liberal bir sav olarak görülüyor ve tedirginlik uyandırıyor. Bu korku da liberalizmin ne olduğunu bilmemekten kaynaklı. İktidara, dinciliğe sert tutum alınınca liberalizmden kurtuluruz sanılıyor. Oysa bunu sananların büyük bölümü zaten liberal. Liberalizm sosyalistlerin mücadele etmesi gereken bir akım, ama bir ideolojik düşman, siyasi düşman değil her zaman, öcü değil. O da ayrı bir konu. Gezi hareketi dört dörtlük liberal bir başkaldırıydı örneğin. Eksiğini eleştiririz, liberal diye karalamayız.
Liberalliğin kişisel-bireysel temeli bireycilik-bencilliktir. Liberalizm kişi özgürlüğünü savunma üstünde şekillenir. Bunun bireysel temelde karşılığı ortaklaşacılıktır (kolektivizm), örgütçülük ve kamuculuktur, disiplin ve sorumluluk duygusunun artmasıdır. Solda liberal siyasi-ideolojik etkinin hakim olmasından da belli, sosyalist solda bile kişisel özgürlükçülük, bireycilik, bencillik baskın. Rahatsız edici ölçüde baskın.
Hatta şunu söyleyeyim, uç dindarlar arasında kamuculuk, ortaklaşacılık, disiplin ve örgütlülük bilinci daha yüksek. Bireysel temelde uç dindarlar daha az liberaller. Bakın, HDP’liler de öyle. HDP’liler bireysel temelde bizim sosyalistlerimizden daha az liberal. Liberalizm nedir öğrenelim bir yol. Ve solun, kendi içinde iyice baskın hale gelen bu bireycilik-bencillikle baş etmesi gerekiyor. Hepsini hatta yarısını bile kazanması elbette mümkün değil, ama bu Siyasal İslami kesimden özverili, sorumluluk duygusu daha yüksek çok sayıda insanı kazanması gerekiyor solun. Geçmişte olsa kazanırdı, dalga soldan yanaydı. Ama şimdiki sol bunu aklından bile geçirmiyor.
Siyasal temelde ise liberalizmin sosyalist anlamda alternatifi emek-sermaye, kapitalizm- sosyalizm çelişkisini öne çıkarmak. Hangi sol hareketimiz yapıyor ya da yapabiliyor bunu? Ekseni sisteme ve devlete karşı mücadeleden hükümete karşı mücadeleye kaydırdığınızda zaten liberalleşmişsinizidir demektir. Kötü bir şey mi, o ayrıca tartışılır, ama önce tanıları koyalım. Hastalığı hanidir kapmış olanlar onu bunu hastalık yaymakla suçluyorlar, meydan o kadar boş değil.
Dindarlığın bir kesimde bu denli alerji uyandırmasının bir nedeni de akıl yürütme, kendini inandırma ve başkalarını inandırmadaki insana özgü kolaycı bilişsel süreçler. Bunlardan en çok öne çıkanlardan biri şu: Bir şeye karşı mücadele ediyorsanız, onu abartılı ölçüde, gerçeği bir tarafa bırakarak duygusallıkla kötü görmek ve kötü göstermek sanki zorunlu. Dinci gericilikle mi mücadele ediyorsunuz. Dinin hiçbir iyi tarafını görmeyecek, göstermeyecek, gösterenleri işbirlikçilikle suçlayacaksınız. Dinin dinselliğin en kötü noktalarını sürekli toplayacak, sadece bunları görecek ve göstereceksiniz. Ancak böyle yaparsanız kendinizi haklı görmeye devam edeceksiniz, ancak bu şekilde kendinize güven tazeleyeceksiniz. Bir ölçüde insan kazanacaksanız da böyle abartılara kolay kapılanlardan kazanacaksınız.
Siyasette bazen bu tür tutumlar işe yarar. Abartı sanatta, iyi bir makalede olduğu gibi siyasette de bir şeylerin daha iyi algılanmasına yol açar. Ama hep abartı, hep tek yanlılık, hep kuru ajitasyon... Ölçüyü kaçırdınız mı sonuçları size zarar verir. Bir kere sürekli abartı üstünden, tek yanlılık üstünden kendini haklı görmeyi adet edinmiş kişilerin ekseni kayar. Böylelerinin kendilerine ve felsefelerine güveni sağlam değildir aslında. Birkaç çekiştirmeyle dünyalarının çökeceğinden korkmasalar bu derece reddedici davranmazlar. Bu gibi kişi ve çevreler giderek hiçbir olguyu nesnel, bilimsel değerlendiremez hale gelir. Sol muhalefetimizin durumu tam da budur. Her şeyi abarta abarta, her olguyu bağırtılı ajitasyonla çözmeye şartlanmış bilinçler gerçeklikle bağlarını tümden yitirme noktasına yaklaştılar. Dozu iyi ayarlanmış demagojiyle kişiler ve gruplar bir yere kadar gelebilirler, bu tutum bir yere kadar onları yükseltir, ama ayar fazla kaçırılınca kişi ve gruplar kendilerini de aldatmaya başlarlar. Sürekli kendini aldattığını fark edemeyen bir kişi ve grubun başarısı sadece şansa kalır.
Böyle tek yanlı, tek boyutlu düşünme insanları bir süre liberalizmden koruyabilir. Ama hastalığı iyileştirmeden ağrı kesiciyle ayakta durmaya benzer o taktik. Takozca yaklaşımlar liberalizme karşı geçici bir koruma sağlar. Günümüzde bunun örnekleri birçok sosyalist grupta yaşanıyor.
Biz bu yazı dizisinde dinin yararlarından, "iyi etkilerinden" bahsederken önce onu evrimsel planda ele alıyoruz. Grupsal temelde ve bireysel temelde bundan 200 bin yıl önce, 100 bin yıl önce, 50 bin yıl önce dinsel bilişsel düzenekler edinmiş insanlar ötekilere göre üstünlük sağlamış ve doğal seçilimde öne çıkmışlar anlamında. Dinsel düşünce düzeneği bir şekilde yarar sağladığı için evrimce seçilmiştir. Lütfen bu kanıtlanmış gerçeği "ben öyle düşünmüyorum" diyerek reddetme düzeyine inmeyiniz artık. Bunun düzeneklerini önceki bölümlerde epeyce geniş anlattık. Bu dinsellik aynı zamanda eşitlikçi toplumun, ilkel komünal sistemin yasasıdır. Faydaları ağır bastığı için seçilim sağlanmıştır.
Fakat sınıflı topluma geçilince son 10 bin yıl içinde (buna aşama aşama geçilmiştir) dinselliğin zararları yararlarına üstün gelmiş olabilir. Bu ilerde, evrimde karşı yönde bir seçilim baskısı da yaratabilir. Yine de günümüzde yararlarının mı zararlarının mı önde geldiğini kesinlikle saptayabilmek zor görünüyor. En azından şunu söyleyebiliriz: Bugün de dinlerin birtakım yararları küçümsenemeyecek boyutta. Yine toplumsal olarak ve bireysel olarak. Toplumsal olarak toplumları birtakım kötülüklerin artmasından koruyor olabilirler. Cinayetleri, tecavüzleri, soygunları, hırsızlıkları bir ölçüde önledikleri kesin gibi. Birtakım hayır çalışmalarına yol açma gibi. Toplumlar sadece yasalarla yetinmiyor, yasaları dinsel ve ahlaki kurallarla pekiştirme yoluna gidiyor. Herhalde bir gereksinim gereği, binlerce yıllık bir yarar beklentisinden. Dinselliğin toplumsal yararını nasıl saptayalım? Onu ancak dinselliğin olmadığı bir toplumdaki toplumsal düzenin kalitesiyle karşılaştırabiliriz. Sosyalist deneyim kısa sürdü, başarısız oldu, dinselliği tam olarak ortadan kaldıramadı, dahası kendisi de dine benzer bir ruhani-ahlaki sistem kurdu. O yüzden dinsel toplumları geçmiş sosyalist toplumlarla karşılaştırmak da sağlıklı sonuç vermeyecektir.
Bireysel temelde dinselliğin yararı? Herhalde bir yarar görüyorlar ki büyük bir çoğunluk buna inanıyor. Huzur veriyor, güven duygusunu artıyor, zor zamanlarda teselli sağlıyor, gerilimi azaltıyor... Bu konularda her yıl çok sayıda bilimsel çalışma yapılıyor.
Şunu kabul edelim: Biz dinsel inanca sahip olmamakla zoru seçiyoruz, bu bir akıl-ruh gücü belirtisidir, kabul. Herkes bunu göze alamaz. Ancak çoğunluklara önerip kabul ettirebileceğimiz daha geçerli bir manevi sistem de bulamadık şimdiye dek. Şu ana dek denediklerimiz de zaten hep dine çok benzer (aslında din olan, Temel Dinselliğe ait olan) öğretilerdi.
Son sözüm şu. Burada yeni bir şey söyleniyor. Birçok bilimsel çalışmadan, kuramdan, kanıttan, bulgudan, kitaptan bahsediliyor. Karşı çıkanlar... Tartışmayı derinleştirmeyi gerçekten istiyorsanız, temel bazı verileri bilerek karşı çıkın ki, ihtiyacımız budur. Yoksa fikir ilerlemiyor, gelişme sağlanamıyor. Karşı çıkacaksanız benzeri bir bilimsel akılla karşı çıkın ki, temel dinselliğinizin kalıp önyargılarından da ancak böyle kurtulabilirsiniz. Yoksa dinsizlik dinine inananlarla ne felsefede, dünya görüşünde bir yere varabiliriz, ne siyasette.
Kaan Arslanoğlu
Kaynaklar:
1- Michael Shermer, İnanan Beyin, Alfa yayınları,
16- Halit Kakınç, Sultangaliyev, İmge Kitabevi,
17- Wikipedia, Religion in Soviet Unions ve benzeri başka maddeler,
18- Wikipedia, Cuba, Atheist States ve başka maddeler...