Poe çevirmemek (Ya da çevirmenin bir yazarı okunmaz kılma hakkı üzerine)
POE ÇEVİRMEMEK

Poe, “Kalabalıkların Adamı” adlı öyküsünde Almanca bir kitap için “es lässt sich nicht lesen” – Kendini okutmuyor– diye yazar. Son yıllarda kitapçılarda, sahaflarda aynı lafın söylendiğini birçok kereler işittim. Nezaket kurallarını bir kenara iterek her seferinde bu lafı bir yerden mi alıntıladıklarını yoksa kendilerine mi ait olduğunu sordum. Yanıt her seferinde sözün patentinin kendilerine ait olduğu yolundaydı. Birçok kişinin birbirinden bağımsız ve habersiz olarak aynı “hakikate” ulaşmalarının hikmeti, günümüzdeki çevirilerin çoğunun “kendilerini okutmamaları” gerçeğinin hayli yaygınlaşmasında aranmalıdır zannımca.

 

Bir süredir internet üzerinde değerli bazı çevirmenlerimizin çeviri ve çevirmen sorunlarını tartıştığını, dertlerini/sorunlarını/deneyimlerini paylaştıklarını biliyorum. Bu yazılardan bir kısmını okudum. Kıyısından köşesinden bu tartışmaya katılmadım; toplama kampına götürülmek üzere olan bir Alman aydının kimseden ses çıkmadığını görünce dediği gibi, “Ne de olsa ben çevirmen değildim!” Ayrıca, hariçten gazel hoş karşılanmazdı. Değerli çevirmenlerimiz gördüğüm kadarıyla kötü çevirilerin varlığını kabul ediyor, bunun suçunun esas olarak Türkiye’nin kültür ortamında, okumayan ya da az okuyan toplumda, yayınevinde, vb. olduğunu söylüyorlar (kendilerini eksik veya yanlış anlamışsam bağışlasınlar, bu yazının hedefi zaten onlar değil) ki elhak doğrular. “Vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışmış” çevirmenlere bir sözüm yok. Suçun çoğunun az para veren, bazen zaman tahdidiyle sıkıştıran yayınevinde, işbirliğine yanaşmadığı yetmezmiş gibi bazen hot zotu da elden bırakmayan editörde (editörün halleri için Tanıl Bora’nın Virgül’ün 72-74. sayılarında yer alan nefis yazısına bakılabilir) aranabileceği doğru. Ama allah için “çevirmenin hiç mi suçu yok?” Hele hele burnundan kıl aldırmayan, işbirliğine yanaşmayan, kerameti kendinden menkul, herkesçe iyi çevirmen kabul edilmiş, kabul edilmek ne kelime iyi çeviriyle kötü çevirinin ayırt edilmesinde mihenk taşı olmuş çevirmenin, “Kral çıplak!” diye bağıracak çocuğu bekleyen çevirmenin hiç mi suçu yok?

 

Çıplak olduğunu bağıracağım çevirmenin iyi bir çevirmen olduğuna inananlardanım ben de. Yazarını tanımadığım birçok kitabı, çevirmeni olarak onun adını okuyunca satın aldım. Bugün çevirilerinin bir kısmına tekrar göz attığımda onları hâlâ güzel buldum, ama bazıları da var ki (ve ne yazık ki bu çevirileri otuz küsur yıl önce çok beğenmiş olduğumu anımsıyorum, bu yüzden bu yazı başkalarından çok kendime sitemdir) evlere şenlik. (Bu yargının içi doldurulacaktır.)

 

Bizde de, Batıda da çok ünlü çeviriler vardır. Baudelaire’in Poe çevirisi (toplam 14 yıl süren çeviri) yaklaşık 150 yıldan bu yana çevirinin doruklarından kabul edilir. Bu çeviri Fransa’da bütün yanlışları (evet yanlış okumadınız, bütün yanlışları) ile ve editörlerin açıklayıcı, düzeltici notlarıyla tekrar tekrar yayımlanır. Bu ünlü çeviride ne kadar çok sayıda yanlış bulunduğunu görmek şaşırtıcıdır. Editörler, yanlışlar bir yana nüansları bile belirtirler. Örneğin bir editör, Poe’nun kullandığı “perversity” sözcüğünün, Baudelaire’in çevirisindeki “perversité” sözcüğüne göre daha “hafif” olduğunu belirtir. Yanlışlara gelince ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Sadece bir örnek: Poe’nun, uydurması “sleep-waker” (uyur-uyanık ya da uyanık uyur) sözcüğü (herhalde sleep-walker olarak okunması sonucunda) “somnambule – uyurgezer” olarak çevrilmiştir. Sözcük, yazım hatası olduğunu düşündürtmeyecek kadar çok geçer metinde. Şimdi benim sorum şu: Bu editörler o zaman olsalar da (imkânsızlığı bir yana) bu katkılarda bulunsalardı fena mı olurdu? Baudelaire hakarete mi uğramış olurdu?

 

Philippe Jacottet, Robert Musil’in tüm yapıtlarını Fransızca’ya çevirmiş ve bir Musil çevirmeni olarak haklı bir ün edinmiş, büyük bir saygınlık kazanmıştır. Günün birinde aynı yayınevine Alfred Döblin çevirecek olur. Yayınevi ondan metnin bir bölümünü tercüme ederek getirmesini ister. Jacottet ise “Ne! Bana ha?” demez, kendinden isteneni yapar. Deneme çevirisi gözden geçirildikten sonra iş kendisine verilir. Çünkü bir çevirmen iyiyse her şeyi, herkesi çevirir diye bir kural yoktur. Çevirmen ancak, metni anlıyorsa, konuyu biliyorsa, yazarla arasında bir bağ kurabiliyor, onunla ‘aynı frekansta titreşebiliyorsa’ çevirebilir. Onun dışındaki çeviriler olsa olsa ‘ben çevirdim, oldu’ olur.  

 

Bizde ünlü çevirmenlerin çevirileri genellikle hiçbir denetimden geçmez. Bazen yayınevi bunu lüzumsuz bir masraf sayar, ayrıca ayıp da olacağını düşünür. (Bir Bilge Karasu’ya bir Tahsin Yücel’e ‘çevirini redaksiyona göndereceğiz’ nasıl denir?) Bazen de çevirmen buna özellikle izin vermediğini belirtir; bir de ekler: “Bazı şeyler size yanlış veya Türkçe’ye aykırı gibi gelebilir, ama yazarın üslubunu vermek için ben onları kasten öyle yaptım, sakın dokunulmaya!”

 

Ülkü Tamer’den okumuştum. Tamer, bir çevirisini Yaşar Nabi Nayır’a teslim ettiğinde, çevirinin hiçbir denetimden geçirilmeden doğrudan matbaaya gönderildiğini görünce, “Koltuklarım kabardı,” der, “ben de çevirileri kontrol edilmeyen çevirmenler sınıfına girmiştim.” Bu satırları okuyunca, “Tanrı bütün çevirmenleri, çevirileri kontrol edilmeyen çevirmenlerden olmaktan korusun!” demekten kendimi alamamıştım. Yanlış yapmayacak çevirmen var mıdır?

 

De mortuis nil nisi bonum – Ölüler hakkında sadece iyi şeyler söyleyin” der bir Latin özlü sözü. Bizim toplumumuzda da “Ölüleri hayırla yâd ediniz” denir. Çok doğrudur. Kendisini savunamayacak birine yüklenmek etikten de estetikten de yoksundur. Peki ama ölmüş bir çevirmenin metnini teşrih masasına yatırmak bu şekilde mütalaa edilebilir mi?  Yakınlarda ölen ünlü bir çevirmenin metnini geçenlerde karşılaştırmalı olarak okumam gerekti. İlkin “aka kara, karaya ak” denilmiş olduğunu görmekten büyük bir şaşkınlığa düştüm. Sonra Türkçe yanlışlarını görmeye başladım. Ben bu çevirinin otuz yıl önce yapılmış ilk denemesini okumuş ve beğenmiştim. Tevekkeli atomu parçalamak önyargıları parçalamaktan zordur dememişler. Çevirmeni ilk çevirisini kendisi de beğenmemiş olacak ki oturup yeniden çevirmiş. Şimdi ben çevirmeninin de beğenmediği (gerçekten çok kötü olan) ilk çeviriyi değil, çevirmenin “hah, şimdi oldu” demiş olması gereken doksanlarda yapılmış ikinci çeviriyi ele alacağım. Derdim çevirmeni değil çevirisi.

 

Bu çevirmen, yazının başlığından birçoklarının tahmin etmiş olabileceği gibi Tomris Uyar, metin de Edgar Allan Poe’nun “Usherlar’ın Çöküşü” adlı öyküsüdür. Çevirinin, öyküyü de yaratılmak istenen atmosferi de kavramaktan uzak olduğunu ileri sürüyorum. Poe’nun “tek etki kuramı” da göz ardı edilmiş. Sonra bir de Mina Urgan’ın “Türkçe söylemek felaketi” dediği şey var. Şimdi tüm bu iddiaların içini dolduralım ve T. Uyar’a haksızlık ettiğimi söyleyecek babayiğitlerin yanıtlarını bekleyelim.

 

Öyküdeki anlatıcı bir çocukluk arkadaşından bir mektup alır. Arkadaşı, anlatıcının şahsen gelmesi dışında hiçbir yanıtı kabul etmemektedir: “... in its wildly importunate nature, had admitted of no other than a personal reply.” Çeviride bu tümce şöyle: “Ricasını tutturmaya vardırması, hemen bir yanıt vermemi gerektirdi.” İnsan sormaz mı, “tutturmasaydı” yanıt verilmeyecek miydi? Diyelim yanıt verdi. Çıkıp şatoya gitmesi için ikinci bir mektup, bir davet mektubu alması gerekmez miydi? Oysa ortada ikinci bir mektup yok. Söz konusu mektupta da davete ilişkin yukarıdakinden başka bir tümce yok. O da çevrilmemiş. “wildly importunate – fena halde ısrarcı” Türkçe söyleme felaketine örnek olmak üzere “ricasını tutturmaya vardırması” şeklinde çevrilmiş.

 

Anlatıcı, Usher’ların soyağacının babadan oğla tek bir dal üzerinde geliştiğini, amcalar, dayılar, vb. şeklinde dallanıp budaklanmadığını söyleyip ailenin adıyla malikânenin adının özdeşleşmesinin belki de bu ‘dallanıp budaklanma’ eksikliğinden kaynaklandığı yolunda akıl yürütür: “it was this deficiency, perhaps, of collateral issue, and the consequent undeviating transmission, from son to sire, of the patrimony with the name, which had, at length, so identified the two as to merge...” Bu tümcenin çevirisi şöyle: “- her ne kadar ikincil bir önem taşıyor görünse de aksaklık burada işte, diye geçirdim içimden: mirasın ve aile adının şaşmaksızın babadan oğula kalması sonucu,...” Öykü anlaşılmış mı dersiniz?

 

Doktor, ürpermeler içerisinde konuğa doğru yaklaşır ve yanından geçip gider: “He accosted me with trepidation and passed on.” Çeviri ise “İrkildi, çarpıştık, sonra yoluna gitti,” şeklinde.  Su gibi doğrusu.

 

“Eskiden, ara sıra boğuk çıkan sesi artık hiç duyulmuyordu” tümcesinden hastanın sesinin artık boğuk çıkmadığı değil, hiç çıkmadığı anlaşılır. Oysa, Poe hiç de öyle demiyor: “The occasional huskiness of his tone was heard no more.Sesin artık boğuk çıktığı duyulmuyormuş meğer.

 

Öykünün sonunda karanlık şatodan korkuyla kaçan anlatıcı yoluna düşen bir ışıkla irkilip geri döner ve şatonun çatısından tabanına kadar zikzaklar çizerek inen belli belirsiz çatlağın genişlemiş olduğunu ve batmak üzere olan dolunayın kızıl ışınlarının bu çatlaktan süzüldüğünü görerek şaşırır. Anlatıcı bakarken çatlak iyice açılır ve ayın tamamı birdenbire gözler önüne serilir. “...the entire orb of the satellite burst at once upon my sight.” Bu tümcenin çevirisi, inanmak zor ama aynen şöyle: “uydunun çevresinde ne varsa bir bakışımla patladı.” “Orb”u, ‘çevre’ diye çevirmek, “burst”ü bir ortaokul öğrencisi aceleciliğiyle sadece “patlamak, çatlamak” anlamıyla almak, “gözler önüne serilmek” anlamını es geçmek, öykünün de Poe’nun da hiç anlaşılmamış olduğunu gösterir. Poe, en fantastik öykülerinde bile gerçekçi bir alternatif sunmakta geri durmaz. Poe’nun hiçbir öyküsünde ne ay parçalanır ne çevresinde ne varsa onlar. (Sahi uydunun çevresinde ne var ki?)

 

Atlanan tümceyi ve kötü ifadelerin çoğunu bir yana bırakarak kötü Türkçe’ye örnekler verelim şimdi de.

 

bu görüntüden silkindiğimde...” düşten silkinmeyi anladık da, görüntüden silkinilir mi?

 

insan gözü, odanın kuytu köşelerine, ... ulaşamıyordu.” Çizgi filmlerde bile ulaşamaz zaten. Seçemiyor olsa neyse.

 

Mobilyalar tıkış tıkış, rahatsız, antika ve haraptı.” Oda mobilyalarla tıkış tıkış olabilir ama mobilyaların kendileri tıkış tıkış olur mu?

 

 “abartılı bir değişim” Birisi değişimi abartabilir, ama değişimin kendisi abartılı olamaz. Abartmak, bir şeyi olduğundan büyük veya çok göstererek anlatmaktır. Aşırı’nın, vb. yerine kullanılamaz.

 

özgün ruh yapısı (!)... Bir kabarıp bir sönüyordu(!)” Yorumsuz.

 

hayvansal güdüler gemlediğine...” “Animal spirits” canlılık, hayatiyet anlamına gelir. Tıpkı “animal heat”ın vücut ısısı anlamına geldiği gibi. Bir büyük çevirmenin “animal”ı sadece hayvan olarak bilmesi bir talihsizlik mi, kendine aşırı güvenin nelere yol açabileceğinin bir kanıtı mı?

 

keskin bir ışın yumağı” Keskin, yumağı niteliyorsa, yumak keskin olur mu, yok ışını niteliyorsa, şiddetli, yoğun daha uygun olmaz mı?

 

içgüdüsel bir güdüyle herhalde” Diyecek ne var ki?

 

yerlerinden uğramış su kütleleri – huge masses of agitated vapor” Türkçeye kitakse.

 

zihin kargaşasının tarihi” Akıl hastalıkları tarihi denmek isteniyor.

 

Bir de Campanella’nın ünlü “Güneş Kenti”nin “Güneş’in Kenti” ne dönüştüğünü söyleyip, daha sayfalar boyunca sürdürebileceğim ‘zehir hafiyeliğe’, ‘yanlış avcılığına’, vb. son verelim.

 

Bu, Poe çevirmek midir, Poe çevirmemek midir? Karar senin ey kari!

 

Füsun Akatlı, “zaten bu kadar az okunan bir ortamda, şu kitap kötü okumayın, demek içimden gelmiyor. Kötü olanları görmezden gelip sadece beğendiklerim üzerine yazıyorum” anlamında bir şeyler yazmıştı. Aslında büyük ölçüde haklı. Hele hele söz konusu acemi çevirmenler olduğunda. Ama elbirliğiyle örnek gösterdiğimiz bir çevirmen bunu yaptığında susmalı mıyız? 

 

Sırf yukarıdaki alıntılardan bile anlaşılabileceği gibi, virgüllerle, parantezlerle uzatılan cümleleri ve alışılmadık sentaksıyla Poe zor bir yazardır. Peki ama, kimse için Poe çevirmek mecburiyeti var mıdır? Tomris Uyar’ın böyle bir mecburiyeti olduğu söylenebilir mi? Sahi, bir insan neden Poe çevirir ki? Yayınevi istedi diye mi? (Aptallık!) Para kazanmak için mi? (Aptallığın daniskası!) Ya da başka bir nedenle? (Bugüne kadar Poe’ya bulaşmış yirmi kadar isim tespit ettim, bunlardan çoğu yaşıyor. Böyle bir soruya verecekleri yanıtlar ilginç olabilir.)

 

Kimsenin bir yazarı okunmaz kılmaya hakkı var mıdır? Don DeLillo telif anlaşmaları yapmadan önce yapıtını kimin çevireceğini soruyor, deneme çevirisini istiyor, onları denetliyor/denetlettiriyor. Haklarını kendisi koruyor. Peki, Edgar Allan Poe gibi artık telif konusu olmaktan çıkmış yazarları kim koruyacak? Kimse çıkıp şu iyi, şu kötü çeviri demeyecek midir? Bu abesle mi iştigaldir?

 

Sorular çoğaltılabilir. Sait Faik, “Yazmasam delirecektim” der. Ben yazmasam delirmezdim, ama es geçemedim işte.

 

Hasan Fehmi Nemli

hfnemli@gmail.com

Facebook
yorumlar ... ( 11 )
30-08-2014
30-08-2014 23:51 (1)
Nihat Ateş'in yıllar evvel Poe üzerine bir eleştirisi çıkmıştı soL dergisinde. Aradan uzun yıllar geçti. Nihat Ateş'in düşüncelerinde bir değişiklik oldu mu merak ediyorum.
01-09-2014 11:48 (2)
Casablanca filminde Ingrid Bergman ve Humphrey Bogart trene binmek üzereler. Bakın Ingrid ne diyor "Gemilerde evlenmek isteyenlerin nikahını yüzbaşılar kıyarmış. Trende de kondüktörler evlendirir mi acaba?" Bu kaptanı yüzbaşı diye çevirmek nasıl olur da olur? Tersi de oluyor, karanın göbeğinde, üniforması üstünde yüzbaşıya "kaptan, kaptan" diyip duruyorlar
01-09-2014 11:49 (3)
Adam sırtında önlüğü, boynunda dinleme aleti ile haza doktor, bebeğe gösterseniz "doktor amca" der. Ama "fizikçi, fizikçi" diyip duruyorlar nedense. D.Ş.
01-09-2014 11:49 (4)
Derin bir yaramıza parmak bastığınız için teşekkür ediyorum. Ama Tomris Uyar'ın iyi ve büyük çevirmen olduğunu kim belirliyor. Sistemin, Yalçın Küçük hocamın kulakları çınlasın, "Şebeke"si bunları "büyük" yazar, çevirmen diye okurlara kakalıyor. En kısır ve bozuk türkçe yazanlara "büyük dil ustası" ünvanını yapıştırıyor. Eski çevirmenler, çevirinin sadakatini bilemem ama daha düzgün bir türkçe kullanıyorlardı, çünkü onları besleyen güzel türkçeli bir edebiyatımız vardı. Dil beğenilerini Reşat Nuri'den, Sait Faik'ten, Orhan Kemal'den ediniyorlardı. Yeni çevirmenler ise, Hamdi Koç'ları (1)
01-09-2014 11:49 (5)
(2) okuyarak yetişiyorlar. Daha edebi birikimimize yakışan bir türkçe konuşamıyorlar. Tekelleşen yayın dünyasının ise, Hulki Aktunç'ları, Bilge Karasu'ları "dil ustası" gösteren "şebeke" elemanları bunları piyasaya çıkarmakta ve "medya"nın kitap eklerinde pazarlamakta usta olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bugünün genç okuru, edebiyatta güzel ile çirkinin ayrımını bilmiyor ki, bunları sorgulasın, eleştirel değerlendirebilsin. O yüzden çeviri kitapları seçerken, eski çevirmenlere ve "güvenilir" yayıncılara dikkat etmeye çalışıyorum. Ama nereye kadar. Ticarileşen bir edebiyat ortamında, "kötü (2)
01-09-2014 11:50 (6)
(3)çeviri, iyi çeviriyi kovar!" Ne iyi etmişsiniz de "dil bilginizi" bu vahim gerçeği bir kıyısından aydınlatmak için değerlendirmişsiniz. Ek olarak şunu belirteyim; Tomris Uyar'ın kendi öykülerinin de dili bozuktur. Yıllar önce, İnsancıl'da, "Otuzların Kadını" kitabını "Kundak Bezinin Çeşidiyle" başlıklı bir yazıda eleştirmiştim. Meraklısı İnsancıl'ın tozlu ciltlerinde bulabilir. B. Sadık Albayrak
01-09-2014 16:00 (7)
Bilge Karasu'nun hangi çevirilerini eleştiriyorsunuz Sadık Albayrak? Merak ettim.
02-09-2014 21:36 (8)
Edebiyat otoritesinin gazabına uğrayacağım ama televizyonda Usher Evi oynuyor ve ben Poe ile Vincent Price'ı boğuculuk, grotesklik ve çıkmazlık bakımından nasıl özdeşleştirdiğimi yeniden görüyorum. Sanki Price oynasın diye yazmış bunları. Morg sokağı müstesna, kim iki evde kalmış kadını parçalayıp baca deliğine tıkan denizcinin maymununu akıl edebilir. Lenore adı bile insanın imgelemine kazınan bir bunaltıdır. Şair. Demek hepsi çeviri hatasındanmış, Orhan Kemal ödülü aşkına ! Ben Bram Stoker alayım, İngilizcesi rahattır. Bu arada kabzımal Almanlar Le Guin'in en iyisi Karanlığın Sol Eli'ni +
02-09-2014 21:54 (9)
ne diye çevirseler beğenirsiniz? Winter! Hadisenin geçtiği gezegen. Le Guin'i kim çöevirse güzel oluyor, Ümit Altuğ, Çiğdem Erkal İpek; almancasını da, ingilizcesini de aratmıyor. Basit tabii, bir yazı büyücüsü değil ki çevirmenler gizemler içinde boğulsun, eleştirbazlara iş çıksın. Eminim küçümsenmiştir, ben Sabri Esat Siyavuşgil'in Sirano'suyla büyüdüm, bakıyorum basit kafiyeler için cümleleri doğramış, olsun, yine de nobranlık kusurumdur, nefret olunmak zevkim...éYÜ
13-09-2014 23:22 (10)
Yazıların yorumları gün geçtikçe azalıyor, okuru da tabii. Ama birkaç gün önce anlı şanlı bir kanalımızdan kulağıma çalınan bir çeviriyi yazmadan edemiycem: IŞİD Avrupa'dan kadın militan devşiriyormuş. Çağrı: "Haydi alın şortlarınızı gelin". "Yahu şort da nerden çıktı" diye şok durumunda (ŞORT durumu değil) gözü ekrana çevirince gösterilen filmde altyazıyı fark ediyorsunuz: "Take your SHOTS and vaccinations". SHOT: Aşı olmak
23-09-2014 11:03 (11)
Bir düzeltme bekledim, ama gelmeyecek: yanlış yazmışım: "nobranlık mesleğimdir, nefret olunmak zevkim! bilsen nasıl yürünür, asil ve mütehakkim, dikildi mi o gözler bir hançer gibi sana!" olacak. YÜ
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211259
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.