Şairlerin piri
GÜLLÜĞÜMDEN

Why, poet, dost thou envy Hafiz

                                                           If indolent thy pen?

Eloquence and the art of pleasing

    God only gives to men.*

 

 

            Filistin yandı. Sadece binalar ve sokaklar değil, atılan fosforlu bombalarla insan bedenleri de. Hatta haberlere bakılırsa, yaralıları tedavi eden doktorlar dahi yandılar. Büyük bir yangın yeriydi Gazze. Şimdi susan silahların gölgesinde, herkes aynı soruyu soruyor: Peki bir hafta sonra ne olacak?

 

11 Ağustos günü, saat 23.30’du. Kendimi Heliopolis’teki Shereton (Yeni adıyla Fairmont) Oteli’nin lobisinde buldum. Sanki kaybedilmiştim. Hükümsüzdüm. Lobinin barında ilk Sakkara biramı ısmarladığımda, küçücük bir gazete ilanını andırıyordum. Kimse fark edemezdi.

 

Havaalanına beş dakika mesafedeydi otel ve bir arkadaşımı Kahire’ye taşıyan THY uçağı 01.25’de inecekti. Kanımın mayalanması için iyi bir zaman aralığında ve doğru mekândaydım. Sahnede iki bayan solist ve üç erkek müzisyen vardı. Beyaz piyanonun başında beyazlar içindeki piyanist Yukarı Mısırlı bir Lionel Richie’ydi. Solistlerden popüler Arapça şarkıları seslendirenin sesi gerçekten muhteşemdi. Bir anda kendimi Necip Mahfuz’un romanlarından fırlamış gibi hissettim. Sahnedeki o şarkıcıya vurulmaya hazır bir yürekle, tam bir “Dilenci” gibi. Siyah takım elbisemin içinde, Ecevit mavisi gömleğim ve kol düğmelerimle, mesai sonrası Emel Sayın’ı dinlemek için İzmit’ten İstanbul’a kadar üşenmeden giden, bu yüzden bazı geceler çok özlediğimi halen sımsıcak hatırladığım rahmetli babamın bedenine girmiştim. Memur bir babanız varsa, hele bir de polis memuruysa o, akşamcılara ve sanatçılara hep bir yakınlık hissedersiniz. Bir de size yasaklanan kitaplara ve asla biri olmamanız istenen solculara. O zamanlar, çocukluğumun yasaklarına karşı hep İzmit Körfezi’ne sığınırdım ya da şehrin tepelerine doğru kaçardım. Sonra yıllarca her yerden İzmit’e kaçtım. Yahyakaptan’daki evimizin balkonu sığınağımdı. “balkon sefası”nı orada yazdım. 99’daki deprem baba ocağımı, çocukluğumu silinceye kadar. Sırrımı saklayan İzmit Körfezi’ni, sahildeki kafeleri, fuarın coşkunluğunu, şehri bölen demiryolunu, saat kulesini, ilkokullarımı, müzeyi, sünnetime şahit kentin tam ortasındaki parkı, karşı cinsi ilk kez kestiğimiz, ayakkabılarının üzerine bozuk paraları fırlatmayı öğrendiğimiz Atakan Çelik Düğün Salonu’nu, Başkanlarının ilk kramponlarımı ve Fenerbahçe formamı hediye ettiği Selüloz-İş Sendikası’nı,  SEKA’yı kaybedeli çok oldu. Peki, böyle oldu mu şimdi? Sahnede İngilizce-Arapça nağmeler yükseliyordu, ben Marmara’nın sularına gömülüyordum.

 

İki gün önceydi. Cumartesi günü Houston’da geçirdiği kalp ameliyatında açılan kalbi bir daha kapanmamıştı Mahmut Derviş’in. Sahi, bir Filistinlinin kalbi kapanabilir mi? Bir şair daha eksildik ve Filistinliler bugün Ramallah’da ozanları için devlet töreni düzenlediler. Herkes bir şeyler yazmaya başladı bile. Yakında gazeteler özel ekler çıkartacaklar. Dergiler Eylül sayılarının içeriğini değiştirecek. Ama biliyorum, Filistin’de her şey aynı kalacak. Tek farkla, Filistin göğünde artık yeni bir Derviş Yıldızı parlayacak! Gece-gündüz görünecek olan o yıldıza bakınca: “Filistin, işte orada!” diyebileceğiz. Yolumuz aydınlanacak. Sahi, şairler olmasaydı kimse bir mum dahi yakabilir miydi bizler için? Söyle Zelda!  “Yak bir mum/ Şarap iç/ Ağır ağır batar Şabat” diyen sen değil miydin? Her batan Şabat neden bir şairi de beraberinde götürmeli? Şimdi aşka açılırken yürek, şairlerden başka kim yol gösterebilir bu aşığa? Mahmut Derviş, bundan böyle son Endülüs perdesini seyreden on ikinci gezegendir! Ve “gökyüzünden öte bir gökyüzü var onun dönüşü için”. O’dur “Zeytin ağacının altında, Lorca’nın yanında” yatan, “İki Cennetin Ademi”yken kovulan”.

 

Büyük Mısırlı şair Mohamed Afifi Matar’ın söylediği gibi durgunlaştırıyorum koşum tablosunu. Yüksek palmiyeleri terk etme zamanı artık! Çünkü Derviş’in kendi öyküsünü bir tuttuğu, Havva ile Adem’in o büyük aşk öyküsünü, Adem’i, Havva’yı ve bizi cennetten kovduran öyküyü, o günün tanığından bizzat dinlemiştim. Aşk kovduruyordu! Gecekondusunda tek başına yaşayan, yüz yaşını devirmiş bilge Dedem, cebinden tespihini çıkarmış, gözlerini hafifçe kısmış ve benim hiçbir zaman bilemeyeceğim bir boyutta başlamıştı anlatmaya. Rahmetli herhalde bana o öyküde anlattığı diyarlarda geziyordur şimdi; hatta belki burada, şu yazıyı kaleme alırken tepemde yaşlı ve sevimli gülüşüyle okşuyordur saçlarımı. “Yalan yazma a oğul!” diyordur, “Ne dediysem onu yaz!” Şanslıydım. Yazdığım için beni seven bir Dedem vardı. O söylemiş, ben yazmıştım:

 

“Yılan cennetin bekçisi idi oğul. İki ayağı vardı, adı da Rıdvan’dı. Havva, Rıdvan’ın yanında, kapıdaydı. Adem ise Cennet’te geziyordu. Bir şekil belirdi kapıda. İnsandan bir şekil. ‘Ahir zaman peygamberiyim,’ dedi Havva sorunca, ‘Mahşerde şefaatçi benim, onun için uyarmaya geldim.’ Adem döndüğünde, Havva da, Rıdvan da ağlıyorlardı. ‘Buğdayı yememizi söyledi,’ diye söze başladı Havva, ‘Şefaatçi olduğunu söyledi. O zaman çok yaşarsınız, Allah yasakladıysa, ben de peygamberim, dedi’. Yılan ağzını açmıştı. O insan şekil Rıdvan’ın ağzının içine kaçmış, saklanmıştı korkusundan. Oyununun açığa çıkmasındandı korkusu. Havva öyle çok ağlıyordu ki Adem buna dayanamadı.  Buğdayı yemeğe gittiler. Adem, Havva’ya her şeyini verirdi. Sevgi, Adem’den kaldı. İnsan boş bir kovaydı oğul. Böyle çatal adam değildi. İçi nur idi. Buğdayı yedikten bir müddet sonra ikisinin de karınları şişti. Melek-i Tavus geldi. Küpü deldi. Pislik dışarı atıldı. Toprağa gizleyeceklerdi.  Toprak kabul etmedi. Pisliğin kokusu öyle yayıldı ki cennetteki tüm güller soldu. Cennet ilk ve son kez o zaman kötü bir kokuyla kaplandı.  Pisliği saklayamıyorlardı. Yetmiş bin yıl bir derenin içine attılar. 70 dere vardı o derenin içinde. Su o zaman kabul etti evvel kabul etmediğini. Yetmiş bin dereyi yetmiş bin güne getirdiler. Ta ki Rab affedene kadar.  Sonra Selman-ı Pir-i Pak geldi. Berberlerin piri o idi. Temizlik ondan geldi.”  İşte böyle demişti ve devam etmişti: “İlk kefeni de İdris-i Nebi dikmiştir a oğul, bil! Terzilerin piri de O’dur.” 

 

Bu öyküyle, sadece evrim teorisinin gerçekliğini değil, pek çok mesleğin pirini de öğrenecektim. O zaman kendime sormuştum: Ya biz şairlerin piri kimdi? Dedem, daha sarı telin sazının sahibini bana söyleyemeden gurbet yıllarını tamamlayacaktı.

 

Sorumun yanıtını yıllar sonra Şiraz’da, Hafız’ın mezarının başında alacaktım. Biz şairlerin de bir piri vardı ve o Şirazlı Hafız’dan başkası olamazdı. İranlılar, onun için “Allah’ın dili” derlerdi. Yani Tanrı bir gün şiir yazmak isteseymiş, Hafız’ın diliyle yazarmış.  O’na Hafız denmesi de esasen bu yüzden. Böyle inanıyorlardı.  Çok geçmedi, ben de hak verdim. Hafız’ın mezarının içinde bulunduğu bahçe bir vahaydı. Sevgililerin buluştukları, nargilenin keyfini sevgi sözcükleriyle birlikte özgürce içlerine çektikleri bir vaha (Bugün artık öyle olmadığını, o kafenin kapatıldığını söylüyorlar.). 

 

Ömer Hayyam’ın Nişapur’daki anıt-mezarı da bir vahaydı. Gökyüzüne doğru kavis yaparak uzanan anıtın dibindeki sandukanın üzerinde çocuklar oynuyorlardı. Kızım sevinçten uçuyordu. Diğer çocukların neşesi ona da bulaşmıştı. Hayyam’ın mezarı bir oyun alanı olmuştu. Az ötede ise bir imamzadenin türbesi vardı. Dileği olan, biraz sevap kazanmayı uman ya da arınma ihtiyacı duyan insanların akın akın doldurdukları bir türbe. Hayyam’ın mezarının sakinliği yanında, türbenin o şatafatı, oradaki curcuna ne büyük saygısızlık göstergesiydi oysa. Ayağım o tarafa gitmedi. İranlılar için Hayyam’ın da, Hafız’ın da, Sadi’nin de mezarları birer türbeydi nasıl olsa. Hem Tanrı’dan bir dileğim varsa, Hayyam’dan daha iyi bir aracı mı bulacaktım? Tanrı’nın benim için O’nun dilinden dökülecek bir isteği kabul etmemesini düşünemezdim. Yoksa Hayyam’ın diline düşülür mü hiç? Hem ben ki dileklerimi, umutlarımı, hayallerimi zaten şair dostlarımla paylaşmayı seçmiştim, tek tek mezarlarını dolaşıyordum. Attar, Hayyam, Ferdovsi, Hafız, Sadi… ayaklarına gittim, hatırlık aldım. Şiirlerini yazdıkları coğrafyada serseri gibi gezdim. Hatta belki abarttım. Yoksa, Sadi’nin Gülistan’ı Harire antik kentini görmek için ne işim vardı Fars Körfezi’ndeki Kiş adasında?  Onlar benim pirlerim, rehberlerim, yolculuğa çıktığım şiir okyanuslarındaki fenerlerimdiler. Hayyam’ın sandukasına çıkıp yaşıtlarıyla oynayan kızım, Şiraz’da, Sadi’nin türbesinde mermer sandukaya sarılmış, kendince bir şeyler mırıldanıyordu. Dua gibi bir ezgi tutturmuştu. Üç yaşında Tanrı’dan ne dilenir ki ey Pirim? Benim sebebim o dilek oldu. 

 

Şirazlı Hafız! Şairlerin Piri! O’na öykünmemek ne mümkün! Yüzyıllar sonra bile yoksul insanların geçim kaynağı olan şiirler yazabilmiş olmak, kaç şaire nasip olmuştur? Bugün Tahran’ın, İsfahan’ın, Şiraz’ın caddelerinde, trafik ışıkları kırmızıya döndüğünde, Hafız’ın silueti sizi sarar. Duran araçlara yaklaşan, çoğu çocuk ve kadın olan fakirler, onun şiirini satarak geçimlerini sağlarlar. Dilenmezler! Şiir satarlar! Şiir almazsanız, verdiğiniz parayı kabul etmezler. Sabah işlerine gidenler, günlerinden beklentilerinin karşılanıp karşılanmayacağını öğrenmek için sihirli sözcükleri mırıldanır ve Hafız’ın küçük kağıtlara yazılı dizelerinden hayatlarına dair ipuçları yakalamaya çalışırlar. Hafız’ın dizeleriyle sevdalananları çok görmüştüm, ama onun bir dizesi yüzünden ihaleden çekilen bir işadamını da sonradan tanıyacaktım.

 

Goethe’yi kıskandıran, Emerson’un olmak istediği tek kişi Pirim Hafız’dan başkası değildi!

 

“Eger an Türk-i Şirâzî bedest âred dil-i mârâ

Behâl-i hinduyeş bahşem Semerkant û Buhârâ!”

 

(O Şirazlı Türk gönlümüzü tutsak ederse, yanağındaki ben uğruna Semerkant ve Buhara’yı bağışlardım!) beytini okuyan ve “Bir siyah ben uğruna Semerkant ve Buhara’yı bağışlayan biri nasıl yoksul olabilir?” diye soran Timur’a “Bu kadar cömert olduğumuz için!” ** diye cevap vermeseydin, ben yıllardır çalışıp didindiğim halde borçtan yakamı bir türlü kurtaramamamı nasıl açıklardım insanlara ey Pirim?

 

Pirimin asıl adı Şemseddin Muhammed. 1325’de doğduğu, 1389’da öldüğü söyleniyor. Hayyam’ı her ne kadar Batı’ya tanıtan olsa da, bence Hayyam’ın da, Hafız’ın da dizelerini çevirilerinde katleden Edward Fitzgerald, Pirim için “Sözcüklerin en iyi müzisyeni.” diyordu. Ben o müziğin tadına Türkçe’de Kenan Sarıalioğlu’nun çevirilerinde doyacaktım.

 

Bravo ozana! Bu kentin ruhunu mükemmel anlamış; şiirimizin leke çıkarıcı çamaşır tozundan değil, bu leş ve kötü koku kentinden doğacağını. Biz derken, kendi isteğiyle bütün hayatını lavaboda geçiren mukaddes barbara, kokuşmuş kulübelerde inzivaya çekilmiş rahipler, Hafız’ın küçük bir şiir kitabı için tüm medeniyeti Nil Nehri'ne atmaya hazır şairlerden bahsediyorum. Özkan her yere bu şiir kitabıyla gidiyor…” diye 11 Mart 2005 tarihli Haaretz gazetesinde yazan Benny Ziffer’in yazısında kastettiği o kitap, işte Sarıalioğlu’nun o çevirisidir.

 

İngiliz dilindeyse o müziği sadece Gertrude Lowthian Bell’in (1868-1926) çevirilerinde bulacaktım. Oxford’da  tarih okuyan Bell, Londra’da özel ders alarak Arapça ve Farsça öğrenecek, 1890’ların başında Tahran’da İngiliz Büyükelçisi olan amcası Sir Frank Lascelle’yi ziyaret edip, bir süre orada kalınca, Hafız Divanı’ndan 43 gazeli inanılmaz güzellikte çevirecekti. Bell’in Hafız çevirileri ilk kez 1897’de Londra”da “Poems from the Diwan of Hafız” adıyla basılacaktı. Sonradan edebiyatı diplomasi ve siyasete  kurban edecekti Bell.  Öyle ki İngiliz ajanı Bell, I. Dünya savaşı sırasında önce Kahire’de, sonra Bağdat ve Basra’da görev yapacak,  Irak’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopartılması sürecinde baş rolde oynayarak artık “Irak'ın Taçsız Kraliçesi” olarak anılacaktı.

 

Ne yazık! Pirini bulan da demek sonradan şaşabiliyor.

 

Ya ben? Pirimin yanında ve birer aziz bildiğim bu güne kadar okuduğum tüm şair büyüklerimin arasında ben? Belki Aziz Augustinus’un dediği gibi... benden olsa olsa günahkârların piri olurdu ancak.

 

Müziğe ara verdiler. Kadehteki son Sakkara yudumunu haram olmasın diye boğazıma boşalttım. Gözlerim son kez o güzel solistin gözleriyle buluştu. Uçak inmiş olmalıydı.

Ümit Özkan

 

*“Niçin, şair, Hafız’ı kıskanırsın, kalemin tembelse? Belagat ve gönül alma sanatını Tanrı insanoğluna verdi sadece.”   

**Yüzünle Işır İki Cihan, Hafız, Çev.: Kenan Sarıalioğlu, Adam Yayıncılık, 2003.

Facebook
yorumlar ... ( 1 )
13-11-2014
13-11-2014 12:51 (1)
Ne keyifle okudum bilemezsiniz. İki göğüs kafesimin arasında biriken soluğumu bir bırakışım vardı ki....ümit özkanı da tanımış oldun. Gogıldan geçirdim kendilerini.mükafatını alacak.:) s.b
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211248
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.