Bu uzun yorumu yazı sonundaki kutucuklara yazmaktan çok, bütünlüğün korunması için böyle göndermeyi tercih ettim. Metin 2004 yılında yazdığım Estetik ve Politika adlı eleştiri yazımdan bir bölüm.
Bu topraklarda gerçekçi sanatın gelişimini uzun uzun anlatmak değil niyetim. Nâzım’dan, kırk kuşağına, bu kuşaktan 60’lar ve yetmişlere yapılacak bir retrospektif bakış zaten süreci gözler önüne serecektir. Gerçekçi geleneğin yapabildiklerinden çok yapamadıklarıyla ilgiliyim aslında. Yapılamayanların neden yapılamadığı konusunda öne sürülenlerin (bir dönem ağır baskı, şiddet, kaynakları yasaklama, bu yüzden onlara ulaşamama, bu yüzden daha çok el yordamıyla gerçekleştirilen bir ilerleyiş vb!.) hemen hepsine katılmamak elde değil. Ama bütün bunların yanında burjuva estetiğin savunucularına yaptığımız sanatla, ortaya koyduğumuz kötü ürünlerle biz de yardımcı olduk. Onların çoğu ürünlerimizden hareketle savlarına güçlü dayanaklar bulmadılar mı? Buldular. Öyleyse hangi nedenle olursa olsun yarım bıraktığımız, yapamadığımız bir şeyler de oldu. Anlatamadığımız, ürünlerimizde sağlamca açığa çıkaramadığımız en önemli şey ise en temel noktada duruyordu. O da savunduğumuz estetik anlayışın “sınıfsal” temelinin nasıl ortaya konacağı ve doğrudan bu “sınıf” kavramının nasıl temellendirileceği noktasında düğümlendi.
“Nâzım Sanat Anlayışı” üzerine söz alırken sayın Şükran Kurdakul şunları söylüyor: “(...) Bizim yaşadığımız dönemde halkçı edebiyat, toplumcu gerçekçi edebiyat bir edebiyat anlayışı, sınıfsal konumu içerisindeki insanı veren edebiyatçılara veriliyordu. Bir daha tekrarlayacağım: sınıfsal konumu içerisindeki insanı veren edebiyat anlayışı. Sınıf mücadelesi içindeki demedim. Sınıfsal konumunu algılayan ve insanı veren edebiyat.” (Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar, s, 37, Nâzım Kültürevi Kitaplığı) Şükran Kurdakul’un yılların birikimlerinden süzerek vurgusunu yaptığı şeyin önemi ne kadar açık. “Sınıfsal konumu içindeki insanı veren edebiyat” diyor. Buradaki edebiyatı sanat diye genelleştirmemiz gerekiyor. Ayrıca “sınıf mücadelesi içindeki demedim” diyor. Ayrımı koyduğu yer tam “sınıf edebiyatının” düğümlendiği ve burjuva estetlerine önemli kozlar verdiği yer. Biz sınıf edebiyatı deyince sadece makinesi başındaki işçinin, tarlasında orak sallayan köylünün, ezilişini, sömürülüşünü anlatırsak sınıf edebiyatı yaparız sandık. Oysa sevgili Şükran Kurdakul’un uyardığı gibi kavramı “sınıfsal konumu içinde insanı veren” edebiyat olarak anlamış olsaydık ve süreç çok daha farklı ve gerçekçilerin lehine işlerdi diye düşünüyorum. Orhan Kemal’i düşünelim şimdi. (Orhan Kemal’i yeniden keşfettiler, diziler bile yaptılar geçen yıllarda hatırlatırım.) Hanım Ağa’yı bir ezilen köylü kadar bize duyumsatıp, yaşattığı için bu kadar köklü ve sarsılmaz ürünler verdiğini görmemiz gerekiyordu. Hanım Ağa’nın ezen sınıf içindeki konumunu, onun Hanım Ağa olduktan sonra ortaya çıkan insanın, nasıl, neden ve nasıl bir ilişkiler bütünü içinde olduğunu anlatabilmesiyle ortaya çıkan bir estetikti bu. Oysa “ezen sınıfın zalimliğini” ağırlıklı olarak neredeyse karikatür derecesindeki karakterle aktarmanın yeterli olduğunu düşündü gerçekçiler. Ve diyalektiğin gereği bu eksikliği çok iyi değerlendirip “sınıfsal edebiyatın” ne kadar kof bir sanat olduğunu ileri sürdü burjuva estetler. Buradan bakarak da estetiğin ve politikanın birbiriyle ilişkili olmayacağını, siyasetin ya da politikanın, saf ve arı sanatı “kirleteceğini” ileri sürdüler.
Gerçekçilerin Türkiye sanatında gözden kaçırdıkları noktalardan birinin de bu olduğunu şimdi söyleyebiliriz artık. Sanatın siyasetten üstün, birinin çok üstte (hatta bulutların da üstünde), ötekinin ise (siyasetin) onun çok çok altında yerle yeksan bir insan pratiği olduğunu kabul ettirdiler gerçekçilere. Kategorik bir fark olduğunu söylemek yetmiyormuş gibi iki önemli insan etkinliğini bir derece farkı olarak, bir niceliksel fark olarak da ortaya koydular. Oysa artık biliyoruz ki, insanın sınıflı toplum aşamasına geçtiği andan itibaren bu iki alan birbirini etkileyerek yürüdü.
Burada şöyle düşünmeye devam etmek istiyorum izninizle: Peki ikisi arasında bir ayrım hatta bir derece ve ya niceliksel bir ayrım olduğunu da kabul etsek bile, sonuçta varılacak sonuç şu olmaz mı? Politika ve siyaset bir alan olarak bir insan etkinliği olarak yaşama ve topluma yaptığı müdahalelerde, eylemlerinde sanata oranla çok daha kısa sürede eylemlerinin ve müdahalelerinin sonucunu alır. Sanatın ya da estetiğin yaptığı müdahaleler ise çok daha uzun zamanda ve karmaşık süreçlerden geçerek estetiğin hanesine başarı olarak yazılır. Dikkat edilirse bu iki alanı burada bu şekilde karşılaştırırken iki alanda insanın ve toplumunun güzel, iyi, eşit, özgür ve mutlu yaşaması için yapılacak müdahaleden bahsediyorum. İki etkinlik de insanlığın mutlu yarınları için topluma müdahale etmelidir; ön kabulü olmadan bu ayrım net bir şekilde anlaşılamayacaktır. Siyaset derken nasıl bir siyaseti, estetik derken nasıl bir estetiği anladığım ortadadır. Ama yine kabul edelim ki, sanatın hayata yaptığı müdahale siyasetten daha geç sonuç verse de, sonuçta etkisi daha kalıcı ve uzun sürelidir. Onun için insanlığın güzel günleri için mücadele eden bir siyaset, sanatı mutlaka yanına almak zorundadır; güzel günler için üreten sanat ise siyaseti yani politikayı.
NİHAT ATEŞ
(Yazının tamamı http://sokratesinsarkisi.blogspot.com.tr/2012/11/estetik-ve-politika.html#more)