Nuri Bilge Ceylan filmlerinin entelektüel çevrelerde nasıl bu denli etki yarattığını bir anda kavradım. Hani bir şimşek çaktı kafamda ve cevabı o anda buldum denir ya… İşte öyle. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde gece yarısı ıssız dağ başında hani elmalar yuvarlanmaya başlıyor ya, sonra da bir elmanın serüvenini izliyoruz uzun mu uzun saniyeler boyunca, bir su akıntısına kapılıyor elmamız, gidiyor gidiyor gidiyor… sonra suyun küçük bir engel karşında minik bir gölcük yaptığı yerde başka elmalarla buluşuyor… Konuyla alakasız, herhangi bir ipucu vermeyen, kurgusal bir göndermesi bulunmayan bu elmayı niye takip ettik biz gözlerimizle, yuvarlandı yuvarlandı yuvarlandı…
Hipnoz etkisi… Ceylan filmlerinde her dört beş dakikada bir bizi transa geçiren böyle ilgisiz sahneler çıkar algımızın önüne. Bilinçten bilinç dışına gider geliriz gider geliriz gider geliriz… Hangisi bilinç hangisi bilinçdışı??? Kargalar toplanıııır, kargalar havalanır; kar tanecikleri toplanıııır, dağılıııır, bir obje uzaklaşır, uzaklaşııır, dağılır…
Matematik, ölçümsel, geometrik, fizik veya nesnel anlamda son derece sıkıcı olarak algılanması gereken bu filmler, bazıları o ölçüde sıkmadan, bazıları ise eni konu kaptırılıp giderek nasıl izlenir? Bu yönetmenin ciddi bir başarısı, üslup gücü ve de ustalığıdır apaçık. Tez canlı biri olarak gerçi bazı filmlerinde bayağı bunalmışımdır, ama bazılarına sonuna dek pek fazla “angst” yaşamadan bitirmişliğim vardır. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı ise gerilim filmi izler gibi sıkılmadan tamamlamışımdır.
Düşünebiliyor musunuz, hiç fon müziği yok, onun sahte duygulandırıcılığından hiç yararlanılmamış, ama sahneler bayağı akıcı gidiyor peşi sıra. İnsanlar bakıyor bakıyor bakıyoooor, düşünüyoooor, düşünüyooor, ama izliyoruz, sıkılmadan, keyif aldığımız bile söylenebilir. Üslubun gücü, yönetmenin efektlerden medet ummayan kuvveti.. budur işte.
İnsan toplumsal bir yüzle, dışa karşı benimsediği bir maskeyle dolaşır. Biz buna persona diyoruz. Persona ile altta yatan asıl kendiliği ne kadar çelişir, ne kadar uyum içindedir, problemin özünü burada aramak gerek. Nuri Bilge Ceylan’ın ustalığı mı diyeyim, sanatsal yeteneği mi şeklinde ifade edeyim, işte orada. Personayı gösteriyor, altta yatan gerçek kişiliği de en açık şekilde gösteriyor. Ceylan’ın en tuttuğum yanı.
Ceylan’ın karakterleri tam ortalama karakterler, tabii belli çevrelerin ortalama karakterleri… Daha çok entelektüel, sanatçı, aydın ve bunlar gibi insanların ortalamaları. Onları yüceltmiyor Ceylan. Yerin dibine de batırmıyor. Olduğu gibi anlatıyor, sade biçimde. Zayıflıklarıyla, çelişkileriyle, bunalımlarıyla, sahtecilikleriyle. Bu kişiler oyuncu olmasalar, gerçek insan olsalar kendileri için bir terapiye dönerdi süreç. Ceylan için, kendi kendisi için terapi oldukları pek açık.
Ama sanattan bundan başka bir şey bekliyorsanız Nuri Bilge’den boşuna beklersiniz. Ben şahsen öyle anlayışlara, beklentilere uzağım, sadece bunu anlamaya çalışırım. O tarz sürrealist beklenti içindekilerden (sanatta sürrealist beklenti içinde olanlar kendilerine gerçekçi derler) bahsediyorum: Sanat ruh yüceliği vermeliymiş? Bir eseri izleyen, okuyan vb. kişi bundan etkilenmeli, bu deneyimin ardından farklılaşmalıymış… Sosyalist düşünceleri özümsemiş kişilerin beklentisi iyice artar. Düzenin düzen olmaktan kelli pisliklerini göstermeliymiş eser! Sınıfsal adaletsizlikleri sergilemeliymiş. Yoksulları anlatmalı, niye yoksul olduklarının ipuçlarını hatırlatmalıymış. Siyasi mücadeleye de değinmeliymiş, kavga veren insanlara... Ve bunların da ötesinde “yok deve!” dedirtecek başka bir istek daha: Çözüm yollarını da göstermeliymiş. Şuna “her sanat eseri devrim yapmalı, bize iş bırakmamalı” deyin de tam olsun bari. Onu da söyleyecekler ya, utanıyorlar. Geçiniz böyle şeyleri…
Ceylan çok derin insani mevzuları anlatma izlenimi vermede çok başarılı. Benim için bu yeterlidir. Tüm mesele introvert ve ekstrovert (içedönük-dışadönük) kişilerin bakış açısı, davranış ve düşünce tarzlarının karşıtlığı üstünde döner hayatta. Ceylan büyük sanatçıların pek çoğu gibi introvert kişilik, sanat üslubu kendine uygun, başarımı başarılı. Sorun sahibi, düşünceli mi düşünceli karakterlerini neden dakikalarca izleriz değişik açılardan yakınlaştırarak uzaklaştırarak? Çünkü o kişilerin derin introvert sorunları ırgalaşmaktadır, ekstrovertleştikleri dönemde yedikleri haltlar dipten vurmaktadır ve ekstrovert bir dünya içindedirler; bu sorunları hissederiz onlarla birlikte.
Derin derin bakarlar, derin derin düşünürler; ne düşündükleri önemli değil. Buradan ne çözüm çıkar o da kadar mühim sayılmaz. Kim kaybetti de çözümü biz bulalım! Mühim olan tefekkürle ulaşılan şey değil tefekkürün kendisidir. Nuri Bilge Ceylan’ın daha derin bir çözümlemesi, vardığı anlamlı bir sonuç bulunsaydı, zaten sabrımızı kanırtmazdı, deyiverirdi; değerli olan çabadır, Ceylan’sa bir sadist değildir ki merakımız üstünden nemalansın ve üstüne üstlük zevklensin.
Gerçi Ceylan sadist değildir, iyi insandır bu da belli, ama pinti olduğu kesin. Hele o ilk filmleri. Eşi dostu bedava oynatacağım, senaryoyu da beleşe getireceğim diyerekten ne diyaloglardı öyle, her biri ağız burun dağıtıyordu. Bir Zamanlar Anadolu’da için Ercan Kesal diye birine vermiş üç beş kuruş da (verdi mi vermedi bilmeden yazdım ya) konuşmalar adama benzemiş. Er hat Got, güzel bir öykü, sinema diliyle de güzel işlenmiş. Yine de “bu kadar uzatmak, yaymak niye?” diye soran içimdeki şeytanı engelleyemiyorum.
Ceylan’ın Çehov’dan etkilendiği, onun tarzını çok sevdiği de söylenir bu arada. Orada durun, varsa bir benzerlik sanat adına bu iyi bir şey değil. Her türlü kopya kopyadır sonunda, sanatı öldürür. Ceylan bana sorarsanız Çehov’dan adamakıllı farklıdır. Bir kere sinemacı adam, daha çok Tarkan’dan etkilenmiştir denir. Öyle de yapmalı. Çünkü büyük anlatılar devri geçti artık. İnsan kendini bir fasulyeden servet zannediyordu, ona göre sanat eserleri üretiyordu, ona göre büyük adamlar çıkarıyordu, ona göre büyük büyük eserler… (hani şu yüksek ruhlar ve onlara hitap eden eserler) geçti bunlar artık. İnsan kalabalıklaştıkça değeri de o oranda taksim edildi, şimdi minnacık minnacıkız ve minnacık minnacık sorunlarımız var, onu anlatan yapıtlar gerek bize, Ceylan da bunu yapıyor, cidden başarılıdır.
Şimdi dikkat buyurun iki tane bakış açısı çarpışıyor gene. Hangisini tercih edelim? Minnacık minnacık güzel keyifli veya keyifsiz sanatkarane eserler üretelim, bunları izleyelim diyenler birinci grup. Bu gruba dönük olaraktan “büyük yaratıcı” lüzumsuz artık. Yetenekli sanat teknisyeni olacaksınız. Sanat teknisyenliğinde ustalaşacaksınız, bunun üstüne yüksek bir sosyal zeka, başarı nasıl olsa gelir. Ceylan böyledir, Orhan Pamuk böyledir. Hitap edecekleri kitleyi bilirler, ona tam uygun eserler üretirler, ne bir santim kısa, ne iki santim uzun; bunu yapan, yapmaya çalışan başka birçok rakiplerinden çok daha yeteneklidirler. İntrovertlikleri dışa doğru meme yapmış bir introvertliktir. Çağımızın introvertliği zaten böyle bir introvertliktir, en son yurt dışı tebliğim de bu tema üstünedir. Yüksek ruhlar sanatı, onun daha patolojik şekli sosyalist sanat ise insandan beklentisi yüksek kavrayışlar (kavrayışsızlıklar) olarak bir yandan özgünlüğü, bir yandan gerçekten her bakımdan yenilikçi olmayı önkoşul dayatırken (sosyalist sanatta bu ikincildir), yüksek insanların anlatımını, yüksek ideallerin anlatımını dayatır aleme, bambaşka ruh hallerinin bambaşka ruhlardan anlatımını şart koşar.
Elinizi vicdanınıza, gözünüzü aklınıza koyun, bir bakın çevrenize. Hangi tip insan ezici çoğunluk? Gerçekçilik gerçekçilik diye tepinenlere de soruyorum, hangi şeyleri anlatmak daha gerçekçi olur şimdi? Solu bileceksin, ama eserinde solculuk yapmayacaksın; Gezi’ye selam çakacaksın (bütün kitle orada) ama kendi angstını başka angstlılara anlatacaksın.
Bir de yavaşlatacaksın. Yavaşlatmak sanmayın ki futbolda zayıf takımların büyük başarısının sırrı; sanatta da aynısı geçerli. Hataları, zayıflığı kapamak için ya hızlandıracaksın, ya yavaşlatacaksın. Hızlandırmak komik sonuçlar verebiliyor, yavaşlatmak daha garantili. Bilge Ceylan için söylemiyorum bunu, bazen izleyenin sabrıyla dalga geçen yavaşlatmaları izlenmiyor değil, ama bazen gerekli ve ustaca yapıyor bunu. Nuri Bilge Ceylan usta bir sanat teknisyenidir diyebiliriz. Günümüzün büyük sanatçıları iyi teknisyenlerdir, fazlası “zeitgeist”ı bozart.
Kış Uykusu’nu henüz izlemedim. Henüz bizim aydın konuşan kafalar ne demiş bilmiyorum. (Bir eleştiride okumuştum, film konuşan kafalara dönmüş diye, bizim aydınımız tam da böyle değil mi zaten?) Her neyse, siz şu hipnoz etkisi üstünde bir düşünün.
Depresyona dikkat!
Taylan Kara kardeşime ve Kaan Arslanoğlu arkadaşıma teşekkürler. Teklif ettiler, bense hakikaten çok yoğundum, dersler, yeni öğretim dönemi, araştırmalar, yurt dışı toplantılar falan, ama cazip teklifi reddedemedim, burada arada sırada yazacağım artık.
Fakat baştan şart koştum, daha çok sağlık üstüne önerilerimi sunacağım bu yazılarda. Ruh sağlığı, beden sağlığı, bu ikisi zaten birbirinden ayrılmaz.
İlgi çeksin diye başta başka bir konuya, mesela siyasi gündeme gireceğim, onunla dikkat çekip ardından sağlık bilgilerimi vereceğim.
Bugünkü başlangıç yazısı biraz uzun kaçtı, başlangıç olduğu için gerekiyordu belki de, sonra belki kısaltmayı öğrenirim. Yazarlık bambaşka bir tecrübe gerektiriyor, bilimsel makalelerden farklı bir mecra, eksiklerim olursa kusurumu bağışlayın. Site editörlerinden de biraz düzeltme rica edeceğim.
Şimdi dedik ya, Nuri Bilge Ceylan filmleri kendisi için terapi diye, izleyenler için böyle sayılmaz, ciddi depresyon riski söz konusu.
Depresyonun zaten tam da azdığı mevsimdeyiz. Yaz tatili bitmiş, görevler, iş, sorumluluklar tekrar ensemize binmiş, güneş azalmış, daha az sosyaliz artık, dışarıya, açık havaya daha az çıkıyoruz. Hayvansı organizmamız hormonlarıyla, metabolizmasıyla kışa hazırlanıyor harıl harıl, o yüzden çekiliyor içine içine. Bunların hepsi ayrı ayrı ve bütün olarak ruhsal depresyon nedeni. Sonbaharda depresyon vakalarında artış bir klasiktir.
O zaman ne yapacağız, bütün bunların tersini yapacağız.
İş, mesai, görevler, sorumluluklar… Bunlar zorunlu, ama planlayarak özellikle ilk aylardaki ağırlığını azaltmaya çalışın. Arada (her saat başı fırsat bulduğunuzda) bir durun, şöyle on kez derin nefes alın, gevşeyin ve “yavaş” deyin kendinize… Sorumlulukları gözünüzde büyütmeyin, sakin olursanız her şey kolayına varır, bunu telkin edin şahsınıza.
Arkadaş buluşmaları ayarlayın. Hafta sonlarını iyi değerlendirin. Dışarıya çıkma anlamında. İllaki bol temiz hava ve bilhassa güneş… Kendinizi zorlayarak haftada en az iki kez egzersiz yapın. Yapamıyorsanız haftada en az üç kez uzun yürüyüş yapın. Spor ve güneş en has depresyon ilaçlarıdır, bir de sosyalleşme… Uykunuzdan feragat etmeyin. Saat 12’den geç yatmayın.
Özellikle yaz mevsimi dışında D vitamini şart. D vitamini hem antidepresif hem antikanserojen etkili, ayrıca kemik erimesi yaygın problemini önler. Piyasada yağlı damla şekli ve ampul şekli bulunur.
D vitamini senede 150 bin ünite ile 1 milyon 200 bin ünite arası kullanılabilir. Bunu bir defada bile almak mümkün, ama sakıncalı olabilir. Günlük, haftalık veya aylık dozlara bölmek lazım. Bir yaşın altında senede 150 bin, bir-beş yaş arası senede 300 bin, beş-10 yaş arası senede 300-600 bin, ergenlik ve erişkinlikte senede 300 bin-1 milyon 200 bin arası tamamlamayı öneririm.
Nasıl kullanalım ? Ampul formu kırılarak veya damla formu kaşığa damlatılarak içilebilir. Her ikisi de ayçiçeği yağı içerir. Şeker gibi bir yiyeceğe damlatmanın sakıncası yoktur.
Ampul bir defada kullanılıp atılması gerektiğinden ve içerdiği 300 bin ünite bir kişiye bir defada fazla gelebileceğinden, ayda bir örneğin üç kişi enjektörle ölçerek eşit şekilde üçe bölebilir, ama bu pek pratik değildir.
Damlanın bir kutusunda 50 bin ünite vardır, ayda iki kutu bitiren yılda 1 milyon 200 bin, bir kutu bitiren yılda 600 bin üniteyi tamamlar. Ama 12 ay değil de 9 ay kullanıyorsa ona göre hesaplamak gerekir.
Her gün damla şeklinde kullanabilirim diyenler için günde 8-30 damla arası düzenli kullanım en iyisidir. Günde 1000-4000 üniteye tekabül eder.
Ben kişisel olarak ve ailece ayda bir birer kutu damlayı birkaç gün üst üste birer tatlı kaşığı içerek bitirmeyi pratik buluyorum. Kişi başı ayda 50 bin ünite almış oluyoruz.
Prof. Dr. Koral G. Yunuk