Olay, bu sitede Ubeydullah Günel’in, “İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı romanını harika yapan nedir?” adlı yazısıyla başladı. Daha önce “Nihat Genç’in yeni romanı yine harika “ başlıklı bir yazım yayımlanmıştı, Günel’in yazısı buna cevaptı.
Ubeydullah Günel’in yazısı
Dünyaya nasıl geldiğimizden ve buradaki -varsa-misyonumuzdan söz açmayacağım. Neresinden tutulsa eksik kalacaktır. Yalnız elimizde kesin olan bir şey var, o da bu dünyada bir yerimiz olması ve diğer canlılardan görece farklı bir kategoride bulunmamız.
Her nesne bilinçten
İlkçağ Atina’sından günümüze gelebilen az sayıda tragedyanın en müthişi, Kral Oidipus’un sonunda koro son sözü söyler: “Son gününü görmeden hiç kimseye mutluluğa ermiş demeyin!”1 Gerçeği ortaya çıkarmak için sonuna kadar çaba gösteren Kral Oidipus, iktidarın, refahın ve mutluluğun
Herkese merhaba. Bugün mümkün olduğunca (stilimden epey bir kısarak yani) kısa ve öz bir bildirimle karşınızda olacağım (İnşallah!).
Aslında hiç de böyle bir yazı yazmayı düşünmemiştim. Ama
Ziya Osman Saba, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ndeki öykülerinde 1940'lı ve 50'li yılların İstanbulu'nda insanların bir karabasan gibi gelecek korkusuyla yaşadıklarını bize anlatıyordu: “Zilini bile çalmak hakkım olmayan bu yabancı ev gibi, benim için neler hazırlamakta olduğunu bilmediğim istikbali de karşısında...
Yazar Mehmet Eroğlu’nun “ahlak ve özgürlük, deniz gibidir; yarım özgürlük, yarım ahlak diye birşey olmaz” diye bir cümlesi vardı. Doğası gereği yarım olamayan bu kavramlara “muhalifliği” de ekleyebilirsin. Muhalefet, “part-time” yapılmaz.
Hem sistemin nimetlerinden faydalanıp hem
Gazeteci Yusuf Yavuz ve Biyomühendis H. Çağlar İnce'nin hazırlayıp sunduğu KanalV'de yayınlanan belgesel-haber programı Islak Çarıklar'da bu hafta 600 yıldır Yörüklerin hafızasında yaşayarak bugüne ulaşan bir isyan öyküsü ekranlara geldi.
Cumhuriyet, Can Dündar elinde bir light-Taraf haline gelmeseydi görmemiz biraz daha zor olabilirdi; aklını tekel demokrasisine kiralamış bir takım burjuva teknokratının yazı ya da düşünce diye ortaya koyduklarının, sefalet içinde yazamazlık ya da düşünemezlik demek olduğu, bu gazetenin
Rahmetli Güney Gönenç Hoca ile EMO etkinliklerinde tanışma olanağını bulmuştum. Kitabın başında, Yordam Kitap’tan çıkan, üçüncü baskıya önsözde, Güney Hoca'nın andığı Haluk Tosun ise, ODTÜ'de ilk meslek dersimin hocasıydı. Kitaba ilişkin notlarıma geçmeden bu bölümden bir alıntı yapmak
Mizahla ilgilenenler Charlie Hebdo dergisinin adını çok önceden bilirler. Bizim sol mizah dergilerimizden birinin kardeş dergisiydi ve o dergiyle karşılıklı ziyaretler yapıldığını yine bu dergiden öğrenirdik.
Ama Türkiye kamuoyu Charlie Hebdo’yu korkunç bir katliama maruz kalmalarıyla öğrendi.
Sunu: Yazar arkadaşlarımızdan biri, bir sosyal medya yazarı olan Deli Gaffar’ın, “PKK Karşısında Solun Stratejik Suskunluğu” adlı makalesini yayımlamamızı önerdi.
Büyük ölçüde katıldığımız bu yazı biraz eskiydi ve çok değişik mecralarda çıkmış ve hayli okunmuştu. Gaffar Yakınca’nın
Haber: Şükrü Erbaş’a ayakta şiir okumaması için denetim
“İzmir’in Kiraz ilçesinde Eğitim-Sen temsilciliği tarafından Sağlık Meslek Lisesi Konferans Salonunda düzenlemeyi düşündüğü Şair Şükrü Erbaş’ın katılacağı şiir dinletisine Kiraz İlçe Emniyet Müdürlüğü tarafından yasak getirildi.
Getirilen yasağa herhangi bir gerekçe
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önemli ve önemli olduğu kadar da renkli simalarındandır Cemal Süreya. Onu edebiyatımızda bu derece önemli kılan unsur ise, şüphesiz ki dramatik ve yaslı yaşantısının şiirine çok net biçimde etki etmiş olmasıdır. Cemal Süreya, hayatını:
Taylan Kara’nın 5.kitabı ‘Vasat Edebiyatı 101’in çıktığı haberi, bana daha önceki kitaplarıyla ilgili yorumlarımı anımsattı. Romanını (‘Poe’nun Kuzgunu’) çok başarılı bulmuş; diğer iki kitabını ise genel olarak karamsar ve suçlayıcı üslûbu nedeniyle eleştirmiştim. Yeni kitapta ise, daha olgun
Hastalığın tanrısal bir ceza olarak tanımlandığı erken tarihi dönemlerde insanoğlu hastalıklardan korunmak, kötü ruhlardan uzak kalabilmek için tanrı ile barışık, ahlaklı bir hayat sürdürmek gerektiğini, aksi takdirde kötü ruhlar tarafından ele geçirilerek hastalanacaklarını düşünmekteydiler. Oysa Hipokrat bu varsayımı
“İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı?” romanını harika yapan nedir?
Kaan Arslanoğlu, Nihat Genç’in “İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı?” adlı romanıyla ilgili bir yazı yazmış. Başlığı ve ilk tümcesinde romanı harika bulduğunu belirtiyor. Bu yargıya varmasını, kitabı, “okumaktan ve yazmaktan iyice bunaldığı
Kim ne derse desin, eleştirmenler, özelde edebiyatın (genelde sanatın) üvey evlâtlarıdır. İki kez ikinin dört ettiği kadar kesin bir gerçektir bu. Şairler / yazarlar (sanatın hangi dalında olursa olsun, eser verenler), veya kendilerini şair / yazar (sanat insanı
Ortak tuvaletleri temizlemek sanmıyorum ki bazılarımıza eğlenceli gelsin. Bu iş için ücretli bir eleman yoksa sıraya koymak gerekir. Ancak ne kadar sıkı nöbete koysanız da kimisi kaytaracak, kimisi üstünkörü yapacak, iş başka bazılarına kalacaktır her
Sokaktaki her şey ”halkın değeri” olarak mı anılmalıdır? Hiçbir ilke gözetmeden sokağın nabzını tutuyorsanız “Palalı adam” da, Madımak Oteli’nin önündeki topluluk da, Ali İsmail’e çelme takan fırıncı da sokaktadır ve de tam tamına “halk”tır, “sokağın nabzı”nın orta yerindelerdir.
2000'lerin başından itibaren “tarih romanı”nıyla birlikte tarih kitaplarına da özel bir ilginin bulunduğunu hemen herkes görüyor. Yayınevlerinin bütün öteki dizileri arasında bu dizilerden çıkan kitapları her zaman daha çok ilgi
İnsanın yaptıklarının yüzeyinin altında bir sır var mıdır? Yoksa insanlar tamamen böyle midir, açıkça ortada duran, herşeyi gösteren eylemleri gibi ? İnsanın yaptığı herşey, bilinmeyen derinlikte saklı bir iç hayatın tamamlanmamış, adeta gülünesi çaresizlikteki ifadesidir sadece, bu iç
Günümüzde tıp eğitiminin "toplumcu" bir nitelikte olduğunu söylemek, tıp eğitimin toplumcu bir bakışla hekim yetiştirdiğini söylemek imkansızdır. Hatta tıp dünyası içinde dahi tıbbın toplumcu bir nitelik taşıması gerektiğini düşünmeyenlerin sayısı, ne yazık ki, ülkemizde ve dünyada azımsanmayacak derecede
Dün telefonla görüşmüştük. Sözleştiğimiz yerde buluştuk. Her zamanki gittiğimiz kahvehaneye doğru yürüdük. Güneşli bir gün olduğundan, dışarıya oturduk. Kahveci boş bardakları toplamaya çıktığında, iki çay söyledi Salih. Kahvenin karşısında, minibüs yazıhanesi vardı. İlçeye gidip
Bu Nobel Ödülü alan ikinci Türk oldu demekte acele etmeyin çünkü ana-babadan geçen doğumsal bir özelik olmayıp, gönüllü bir kabul süreci olan Türklüğe ilkinin uzak duruyor olabileceği, “Türkler bir milyon Ermeni’yi kesti” karalamasını dile getirmesi nedeniyle
O hançer ki, hipnoz tanrılarının en zehirli, en aşağılık, en öldürücü silahıydı! O işte, güzelim medya! O işte, alçak medya! Tek bedende çift cinsiyet! Ah tanrım, kapkara bir sanrı mı bu? El öptürüyor, diz çöktürüyor ve
Yaygın söyleme göre öyle…
Hatta, Atatürk’ün bu konudaki sözleri de referans alınıyor, bu düşünceyi desteklemek için. Yıllar önce, Ankara’daki Büyük Doğumevi (Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı E.A. Hastanesi)’nin girişinde koca harflerle yazılı idi - ifade tam olarak hatırımda
Geçen yıldan beri Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde sürdürdüğümüz Toplumcu Sağlık Söyleşileri’nde bu ayın konusu “şeker” oldu. Konu toplum sağlığı ve sınıf mücadelesi çerçevesinde ele alınarak çeşitli boyutlarıyla tartışıldı. Şekerin gündelik yaşantımıza girmesi ve bir sağlık sorunu olarak
Babam bir saptamayı sık yinelerdi: “Yoksul ve kültürsüz insan hiçbir zaman şık görünemez. Özene bezene bir ceket alır, ama pantolunu dökülür. Pantolon aldığında ayakkabısı eskimiştir. Ayakkabısını yenilediğinde kravatı berbattır…” Bunu yalnız giyim kuşama değil,
Bilindik bir hikâye vardır, insanımızın felsefesini açıklar ve düşünme eylemiyle kurduğu sınırlı ilişkiyi gösterir. Öte taraftan mizah(ımız)a dair yorum yapma fırsatı tanır.
Hikâye bir lisede ya da üniversitede geçer. Hoca yazılı sınav yapar, öğrencilerine şu soruyu yöneltir: beni
Yaşananları gerçeğe sadakatle bize bildiren veya yorumlayan tek bir medya organı bile yok… (Gerçeğe sadakat mi? Bunu umursayan kaldı mı?)
Herkes, her olayı, önceden katılaşmış fikirleri doğrultusunda görüyor ve bize eksik, yanlı, çarpık bilgi veriyor… (Herkes
1980 öncesi (1970’lerin sonları), Afşar Timuçin’in Felsefe Dergisi’nde, Ömer Ateş Kızıltuğ imzâlı şiirleri severek / beğenerek okuyordum. Ben o yıllarda, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mühendislik öğrencisiydim. Doğrusu, o dönemin seçkin bir üniversitesinin, ancak çok yüksek fen-matematik puanlarıyla girilebilen bir
Bu kitabın içeriği, piyasa edebiyatı için başka bir evrenden gelmişcesine tuhaftır. Bugünkü vasat edebiyatı üreteçlerinin, edebiyat piyasası-piyasa edebiyatının bakış açısından bakarsak bu kitap modası geçmiş bir kitaptır. Bu kitap piyasa edebiyatı unsurlarının, gördüklerinde yüzlerini buruşturacakları konuları işlemektedir. Onlar
Artık böyle pis şeyler görmeyeyim ben bu evde,
farkındayım her şeyin, hiçbir şey kaçmaz gözümden,
çocuk değilim artık, ayırabilirim iyiyi kötüyü.
Çok şeyler görür, çaresiz katlanırım hepsine,
koyunlarım kesilir, şarabım ve ekmeğim harcanır,
ama sizin kalabalığınızla baş edemem tek başıma.
Bugün konumuz son aylarda gündelik yaşamımızın giderek sıradanlaşan bir gündemi olmaya başlayan “ölüm”. Üzerine konuşmak için çok hoş bir konu olmadığını biliyorum fakat ölüm bir yanıyla yaşamımızın kaçınılmaz bir gerçeği, diğer yanıyla sağlığın en önemli konusu. Şüphesiz burada